Gençlik geldi geçti bir günlük süstü
Nefsim doyamamaktan dünyaya küstü
Yozgat’ta doğdum ben. Ankara’da çocuk oldum.
İlk kez Ankara’da koştuğumu hatırlıyorum ve ilk kez Ankara’da altıma ettiğimi. Bir bardaktan sonra çay içmemem gerektiğini ilk kez Ankara’da öğrendim ben. İlk salçalı ekmeğimi Ankara’da yedim. İlk “kames” topum Ankara’da oldu benim. Paylaşmayı ilk Ankara’da öğrendim ben, yaşamayı… Neyi öğrenmedim ki Ankara’da ben…
Yazma gayreti içinde olduğum zamanlarda ne kadar yapay bir dil ve anlatımın ortaya çıktığını sezdim yazılarımda ya da yazımda. Bu nedenle yazdıklarımın üzerinde çok fazla düşünerek “emekçi şair” tipinin tam tersi bir görüntü yaratmak istedim. Varsın anlatım bozukluğu olsun, varsın cümlelerim devrik olur. Elbette siz okuyanlar devrik olanları doğrultmasını bilirsiniz. Bu nedenle affınıza sığınarak, gayet içten ve gayet samimi bir şekilde yazıyı kaleme almak istiyorum. Sürç ü lisân edersem şimdiden affola. Bir de yazdıklarıma çok fazla süs katma meraklısı olan birisi değilim. Yalın ve akıcı Türkçemle kendimden bahsedeceğim size. Fazla derin düşündürmeyerek ne anlatmak istiyorsam onu vereceğim.
Hepimizin iyi ya da kötü bir çocukluğu olmuştur. Kimimiz çeşit çeşit oyuncaklar arasında yüzmüşüzdür, kimimiz ise tahtadan bebekler, su şişelerinden toplar yaparak maç yapmışızdır. Fakat en nihayetinde yaptığımız iş, hamuru ne olursa olsun oynadığımız oyun hepimize zevkli gelmiştir. O kola kutularından top yaparak ve kapı eşiklerini kale seçerek yaptığım maçları hiç unutamam doğrusu… Tabiî daha sonra yaşımız ilerledikçe bu kola kutularının yerini plastik toplar alıyor. Öyle plastik dediysem de şimdiki gibi değil vesselam; kames. Çocukluğumuzun ilk kaliteli toplarındandır kames toplar. Futbol topu kadar pahalı olmasa da, onu aratmayacak sertlikte ve sağlamlıkta üretilirlerdi. Birkaç ay üretildi ve ardından yerini “9 kat, 10 kat” gibi göz aldatmacası toplara bıraktı kendini.. ve dolayısıyla da bizim top oynama zevkimizi aldı götürdü kames toplar…
Mahalle maçı yaparken “Alıç”çı geçerdi yoldan. Ve hatta okul çıkışlarında okul kapılarında dururdu “Alıç”çı amcalar. Yaklaşık 1 metre çapında bir genişliğe sahip yorgan ipine takılmış alıçlar… O kadar lezzetli olurdu ki, paylaşmak istemezdiniz kimseyle. Bu paylaşamamanın tabiî bir neticesi olarak da arkadaşınız 3-5 tane alıcı zorla almak isterken koparı verirdi alıç halkasını boynunuzdan. Ve ardından bir hengame…
Alıçı aratmayan bir e “nohut” umuz vardı bizim. Taze nohut, yeşil nohut, tuzlu nohut. El arabası gibi bir vasıtaya yüklenerek görücüye çıkarılırdı nohutlar. Önümüzden geçerken eğer cebimizde para yoksa kutsal bir şey oluverirdi nohut bizim için. Yedikçe ağzımızın kenarları acırdı, acıdıkça yiyesimiz gelirdi…

Merhaba, yazılarımı beğendiysen Instagram hesabımı takip ederek daha güncel paylaşımlarıma bakabilirsin. Kendinden bir şeyler bulacağına eminim.
2 Yorumlar
ankarada genç olmam gerekirken yaşlandım ben…nerede bir ‘ankara’ ve ‘olmak’ kelime çiftine rastlasam kolkola olan…içim titriyor.anKARA…beni karartan o kara şehir. en az iki yıl daha tüm karanlığıyla beni kördüğme çekmesine göz yummak, gözlerimi karanlığa alışmasına ses çıkarmamak zorundayım. ankarada çocuk olmak diyorsunuz… bende genç olma ümidiyle geldiğim karanlıkta yaşlandım.
görünen yüzü kadar görünmeyen yüzü de bir o kadar karmaşık ve esrarlı olan bu şehrin içerisinde bütün saf ve doğallığı ile çocuk olmak ne kadar mümkündür acaba, bu şehrin bütün çocuklarına hüzün ile bakıyorum ne kadar yapaylıklar içerisinde yapay insanlar olarak büyüyorlar ve yüzlerinde farkında olmadan bir bürokrat ifadesi…