Uzunca bir zaman sonra ilk defa, günlüğümde yayımlamak üzere Word’de bir yazı hazırlıyorum. İnternet bağlantım olmadığı için Word’e yazacağım ve internet kafeye gidip yayına vereceğim. Değişik bir duygu. Belki de yazdığım yazıyı dergiye teslim etme ciddiyetini hissediyorum şu an üzerimde.
Taşınmadan evvel bir çırpıda okuyup bitirdiğim “Aşk” romanı hakkındaki izlenimlerimi yazabilme saadetine ancak şimdi nail olabiliyorum. Ve bu güzel romanı artıları ve eksikleri ile sizlere anlatabilmek için güzel bir kompozisyon tasarlıyorum kafamda.
Öncelikle bu romanı, Mevlânâ’yı ve Şems’i tanıyan tanımayan herkes okuduğu için ve –bu kelimeyi pek sevmem ama– bestseller bir roman olduğu için çekine çekine okudum. Çok okunan bir roman hep basit gelmiştir gözüme. Okunmak için yazılmış gibi gelmiştir. Ve bir de dost meclislerinde Aşk romanından çok basitçe bir övgü ile bahsedenleri gördükçe okuma isteğim daha da azalmıştır. Nitekim tüm basmakalıplıklarımı yıkıp okudum çok şükür…
Bu kitabın insanları neden bu kadar etkilediğini tahmin edebiliyorum aslında. İnsanın bürünmek istediği bütün kisvenin Şems’in karakterinde toplanması ve bu kisvenin 40 kural altında okuyucuya kişisel gelişim kitaplarını anımsatır şekilde aktarılması insanları çok etkilemiş olacak. Daha ziyade hepimizi.
Şems’in karakterindeki teslimiyetin büyük hazzı, dünyayı ve dünya saadetini boşvermişliği, Allah’a bir dosta güvenden daha fazla güvenmesi, doğaüstü güçlerini kullanarak insanların geçmişlerini okuyabilmesi ve ona göre konuşabilmesi ve bu daha önemli ki onun ten olarak, beden olarak biz insanlar gibi olması, yakışıklı ve çekici olması bizi bu roman karakteri ile iyice özdeşleştiriyor ki, siz Şems’e yukarıdan bakınca romandaki diğer insanlar gibi onu aşağılamıyor, sapıklıkla suçlamıyorsunuz. Çünkü siz Şems’in hareketlerinin altında yatan her davranışı biliyor ve haliyle onun yaptıklarının doğruluğundan hiç şek duymuyorsunuz. Onu için için taktir ediyor ve onun yerinde olabilmek için can atıyorsunuz. Çünkü siz de insanlardan çok çektiniz, insanlar zaman zaman sizin üzerinize geldi ve sizi bunalttı. Siz de bir Şems ve Mevlânâ edasıyla Allah’a teslim olmayı hep düşündünüz, insanlara aldırış etmeden yaşamayı yıllarca özlediniz.
Şems ile Mevlânâ’nın o eşsiz birlikteliklerini anlatan ender romanlardan bir tanesi ‘Aşk Şeriatı’. Onların vuslatından evvel birbirlerine nasıl ihtiyaç duyduklarını onların dilinden öğreniyorsunuz. İkisi de bir dost istiyor. Bir dostun aşkıyla kavrulmayı istiyor. Birisi yalnızlığını gidermek için dost istiyor, öteki bilgisini aktarmak için. Nihayet Allah onları bir yerde buluşturuyor.
Şems Mevlânâ’ya geliyor, 40 gün boyunca bir odaya çekiliyorlar. İşte genelde art niyetlilerin Mevlânâ ile Şems arasında bir ten ilişkisi olduğunu bu kırk günün neticesinde söylüyorlar. Onların kırk gün boyunca bir odaya kapanmasını bir başka türlü açıklıyorlar. Şafak ise kitabında bu kırk günün her bir gününde Şems’in kurallarından bir tanesini Mevlânâ’ya öğretmesi olarak insanlara aktarıyor sanki art niyetlilere bir ders verircesine.
Birlikteliklerinin birkaç yılında birbirlerine öyle aşkla bağlanıyorlar ki, artık tek kişi oluyorlar. Bir nevi vahdet yaşıyorlar. Ve bunu sık sık etraflarındaki art niyetli insanlara söylüyorlar: “Onu inciten beni incitir, beni inciten ise onu…”
Kitabı okumadan kitaptaki aşk olgusunu tam olarak kavrayamayacaksınız belki ama yine de aşkın, kitabın ana unsuru olduğunu sık sık tekrar ettiriyor kahramanlarına, yazar. Benim için Kur’an yazılı bir kitap değildir, diyor Şems. Benim için Kur’an kâinattır diyor. Her yerde, her şeyde ben Kur’an’ı görürüm diyor. İşte bu yüzdendir ki hiç kimseye kötülükle bakamıyor. Tasavvuftaki tecelli insancı olsa gerek bu. Yaratılan her şeyin Allah’ın yansıması olduğunu düşünüyorlar. Allah’ın her an tecelli ettiğini, yansıdığını düşünüp her şeyi O olarak görüyorlar. İşte bundan değil mi ki Hallac-ı Mansur Ene’l Hak (Hak benim) diyor? Ve onu anlamıyorlar, idam ediyorlar. Tıpkı Şems’i anlamayıp… Şems ile Mevlânâ’nın karşılaşması da kezâ böyle. Halkın anlamadığı aşikâr…
Sufiler bambaşka insanlar. Rindler, zahid değiller. Gönülleri Allah aşkıyla doludur. Onlar için Allah’ı sevmek cennetle mükafatlandırıldıkları için değildir. Onlar Allah’a aşık oldukları için severler. Yunus da böyle değil mi ki? “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşk ile birkaç huri /İsteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni”. Allah’a aşık olmak, evliya makamına çıkmak değil midir?
Hangimiz birilerini severken gerçek anlamıyla seviyoruz ki. Gerçekten sevmek istediğimiz için seviyoruz. Bizi tersleyen, bizi rezil eden birisini hangimiz vardır bir hikmeti deyip de seviyoruz ki? Ya da hangimiz aşka “senin beni sevdiğin için seni sevdim” diye imâlarda bulunup da aşkı basitleştirmiyoruz ki? Öyle değil midir dostlarım, siz söyleyin. Biz sevgimizi, aşkımızı karşılıklı çıkarlar uğruna vermiyor muyuz? Allah’a yaptığımız ibadetlerimiz, borçlarımız cennete girme isteğimizden değil mi? Bir cismani varlığa aşık oluyoruz, onun bir gülüşü ile hayat buluyoruz da bizim günde binlerce kez ritmik bir şekilde nefes almamızı sağlayan Allah’a neden bir Sufi saflığıyla aşık olamıyoruz?
Sufiler için dört makam vardır: Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet kapıları. Diyor ki Şems bu kapılardan hangisine geçerseniz bir öncekinin yaptığından sorumlu değilsiniz. Gerçek aşk da zaten bu değil mi? Ya da gerçek ibadet. Siz her yattığınızda Allah’ı zikrediyorsanız namaz kılmaya ne hacet? Siz yediğiniz her lokmada Allah’ı zikrediyorsanız oruç tutmaya ne hacet? Siz her adım attığınızda Allah’ı zikrediyorsanız Kâbe’yi tavaf etmeye ne hacet. Rabbim de demiyor mu: “Ben dağları taşları yarattım, bir türlü sığamadım da şu insanın gönlüne sığdım.” diye. Biz, hepimiz Allah’ı içimizde tutabilecek kadar büyük bir gönle sahibiz. Ancak Sufiler bu gönüllerini son demlerine kadar kullanabiliyorlar. Bunun farkındalar. Biz ise Allah adını zikretmeye korkar olmuşuz.
Ve bize bir şeyleri daha öğretiyor bu Sufiler. Sadece kendine bakmayı. Yaşadığımız her şeyden sonra kendimize yönelmeyi ve kendimizi dinlemeyi. Kendini bilen insan, kendini dinleyen insan daima gerçekleri görür. Burada bir hikâye aktarmak istiyorum:
Dört tüccar, boş bir camide namaz kılıyorlarmış. Derken içeri müezzin girmiş. İlk tüccar duasını yarım bırakıp hemen sormuş: “Müezzin Efendi! Ezan okundu mu? Yoksa daha vaktimiz var mı?”
İkinci tacir dua etmeyi bırakıp, arkadaşına dönmüş: “Ya hu, duanı yarım bıraktın, niye konuştun? Şimdi namazın boşa gitti. Haydi, baştan başla bakalım!”
Bunu duyunca üçüncü tacir müdahale etmiş: “Yuh, salak, ne diye onu suçlarsın? Kendi namazına bakacaktın. Bak, seninki de boşa gitti.”
Dördüncü tacir dayanamamış, kendi kendine mırıldanmış: “Bak şu akılsızlara! Üçü de namazlarını ziyan etti. Allah’ım sana şükürler olsun, beni faka bastırtmadın, onlar gibi şaşırtmadın.”
Sizce diyor Şems, bu dört tüccardan namazı heba olan varmı? Varsa hangisi ya da hangileri?
Kimisi hepsini suçlu buluyor, kimisi ilk üçünü vs. Bir Sufi de diyorki: “Şayet bu tacirlerin bir kabahati varsa, namazlarını kesip konuşmaları değil, esas kabahatleri kendi işlerine bakıp, ettikleri duanın hakikatine odaklanmak yerine, akıllarının başka yerde olması ve etrafta olan bitene takılmaları. Ama şimdi biz tutup da onları yargılarsak, aynı hatayı biz de yapmış oluruz.”
Yani ne olursak olalım, kendimize bakalım. Hatayı, kusuru kendi içimizde görelim…
Kitap hakkındaki olumsuz düşüncelerime gelince. Aslında çok daz fazla olumsuz bir düşünceye kapılmadım. Ancak çerçeve hikâyenin basitliği beni düşündürdü. Okuyan bilir, Aşk kitabı iki öyküden oluşuyor. Birisi Şems ile Mevlânâ’nın öyküsü diğeri de çerçeve, üst öykü olan Ella ile Zahara’nın öyküsü. İşte bu çerçeve öykünün kurgusunun basit olması ve bu iki kişinin aşkının Mevlânâ ile Şems’e benzetilmeye çalışılması romanın tadını kaçırıyor biraz da olsa. Şafak’ın Mahrem romanına bakarsanız aynı şekilde kurgulanmıştır. Günümüzde yaşanan olaylar ile bundan yıllar evvel yaşanan olayların paralelliğini tek bir roman içerisinde eritmiştir. Ama Ella’nın eşini ve çocuklarını terk edip Zahara’ya kaçmasını pek hazmedemiyorum ben. Hoş Mevlânâ da Şems geldiğinde çocuklarını ve eşini bırakıp sadece onunla ilgileniyor. Ama bu romana göre böyle tabii. Sizce bir insana çok fazla bağlanıp etrafında senin ağzından çıkan sözleri bekleyen onca insanları sensiz bırakmam reva mı? Belki de reva…
Kitapta çok fazla tensellik konusunda atıfta bulunulmuş. Belki Ella ve Zahara arasındaki tensellik bir noktaya kadar sindirilebiliyor ama Şems’ atfedilen tenselliği ben biraz basit buldum. Çünkü Şems’i hayal edişim daima yaşlı, tatlı bir insan yüzü idi. Şimdi ise rahmetli Barış Akarsu gibi birisini tahayyül ediyorum.
Kitaptaki bir diğer hususa gelince Mevlânâ’nın bulunduğu konum acaba gerçekten böyle mi? Mevlânâ toy bir insan mı ki Şems gelince gerçekten Mevlânâ olabildi? Mevlânâ gerçekten bu kadar insani miydi davranışları ile… Kim bilir…
Meraklısına ise aşkın kırk kuralı…
Merhaba, yazılarımı beğendiysen Instagram hesabımı takip ederek daha güncel paylaşımlarıma bakabilirsin. Kendinden bir şeyler bulacağına eminim.