Browsing Tag

aşk

Okuyorum

İnsanın kendine olan yolculuğu: Düşerken

duserken tarik tufan

duserken tarik tufan

Öğrencilerime, bir yazıya etkili bir başlık bulmak istiyorsak önce metni yazar, bitirir başlığı metne göre belirleriz diye anlatırken ben birçok yazımda önce başlığı atıyor, yazıyı başlığa göre şekillendiriyorum, böylesi daha keyifli oluyor: Ele verir talkını, kendi yutar salkımı.

Epeydir kitap okuma konusunda sorunlu olduğumu düşünüyordum. Beni saracak, kendi dünyasına çekecek kitap bulmakta zorlanıyordum. Belki kitap çok ama bende kitap okuyacak güç yoktu. Ramazan ayının zihni bulanıklıktan arındırdığından mıdır yoksa tevafuk mu diyelim bilmiyorum ama birkaç gün evvel başladığım Tarık Tufan’ın 2018 yılı sonunda çıkan 299 sayfalık  “Düşerken” romanını bir çırpıda bitirdim ve bu romanı sizlerin de bir an evvel okuması, duyumsaması için sahurdan biraz evvel bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.

Dikkat çekici, post-modern olduğunu buram buram hissettiren bir kapağı olan kitabı açıp bir iki sayfa okuduğumda Elif Şafak‘ın “Aşk” kitabına benzer kurgusu olduğunu düşündüğüm bir kitabı okuyacağım zannı uyandı bende. Bu da içten içe huzursuzluğa sevk etti beni. Zira “Aşk” romanını okurken evli bir kadının kocasını, çocuklarını terk ederek kendi içsel yolculuğuna çıkmasını çok tasvip etmeyip kitap boyunca kendimi “ulvi” bir amaç uğruna terk edilen çocukların yerine koymuş ve içten içe kızmıştım Elif Şafak’a. Hatırladığım kadarıyla benimle birlikte birçok kişi bu duruma kızmış ama ne hikmetse yazar kitabın erkekler için farklı renkli kapağını da satışa çıkararak kitap yüz binlerce satış rakamına ulaşmıştı. Neyse, bu başka bir incelemenin konusu. Hatta ben şurada kitabı biraz övmüş ama kitapla ilgili rahatsızlığımı da dile getirmişim 2009 yılında. Devamını Oku

Okuyorum

aşk şeriatı

ask seriatiUzunca bir zaman sonra ilk defa, günlüğümde yayımlamak üzere Word’de bir yazı hazırlıyorum. İnternet bağlantım olmadığı için Word’e yazacağım ve internet kafeye gidip yayına vereceğim. Değişik bir duygu. Belki de yazdığım yazıyı dergiye teslim etme ciddiyetini hissediyorum şu an üzerimde.

Taşınmadan evvel bir çırpıda okuyup bitirdiğim “Aşk” romanı hakkındaki izlenimlerimi yazabilme saadetine ancak şimdi nail olabiliyorum. Ve bu güzel romanı artıları ve eksikleri ile sizlere anlatabilmek için güzel bir kompozisyon tasarlıyorum kafamda.

Öncelikle bu romanı, Mevlânâ’yı ve Şems’i tanıyan tanımayan herkes okuduğu için ve –bu kelimeyi pek sevmem ama– bestseller bir roman olduğu için çekine çekine okudum.  Çok okunan bir roman hep basit gelmiştir gözüme. Okunmak için yazılmış gibi gelmiştir. Ve bir de dost meclislerinde Aşk romanından çok basitçe bir övgü ile bahsedenleri gördükçe okuma isteğim daha da azalmıştır. Nitekim tüm basmakalıplıklarımı yıkıp okudum çok şükür…

Bu kitabın insanları neden bu kadar etkilediğini tahmin edebiliyorum aslında. İnsanın bürünmek istediği bütün kisvenin Şems’in karakterinde toplanması ve bu kisvenin 40 kural altında okuyucuya kişisel gelişim kitaplarını anımsatır şekilde aktarılması insanları çok etkilemiş olacak. Daha ziyade hepimizi.

Şems’in karakterindeki teslimiyetin büyük hazzı, dünyayı ve dünya saadetini boşvermişliği, Allah’a bir dosta güvenden daha fazla güvenmesi, doğaüstü güçlerini kullanarak insanların geçmişlerini okuyabilmesi ve ona göre konuşabilmesi ve bu daha önemli ki onun ten olarak, beden olarak biz insanlar gibi olması, yakışıklı ve çekici olması bizi bu roman karakteri ile iyice özdeşleştiriyor ki, siz Şems’e yukarıdan bakınca romandaki diğer insanlar gibi onu aşağılamıyor, sapıklıkla suçlamıyorsunuz. Çünkü siz Şems’in hareketlerinin altında yatan her davranışı biliyor ve haliyle onun yaptıklarının doğruluğundan hiç şek duymuyorsunuz. Onu için için taktir ediyor ve onun yerinde olabilmek için can atıyorsunuz. Çünkü siz de insanlardan çok çektiniz, insanlar zaman zaman sizin üzerinize geldi ve sizi bunalttı. Siz de bir Şems ve Mevlânâ edasıyla Allah’a teslim olmayı hep düşündünüz, insanlara aldırış etmeden yaşamayı yıllarca özlediniz.

Şems ile Mevlânâ’nın o eşsiz birlikteliklerini anlatan ender romanlardan bir tanesi ‘Aşk Şeriatı’. Onların vuslatından evvel birbirlerine nasıl ihtiyaç duyduklarını onların dilinden öğreniyorsunuz. İkisi de bir dost istiyor. Bir dostun aşkıyla kavrulmayı istiyor. Birisi yalnızlığını gidermek için dost istiyor, öteki bilgisini aktarmak için. Nihayet Allah onları bir yerde buluşturuyor.

Şems Mevlânâ’ya geliyor, 40 gün boyunca bir odaya çekiliyorlar. İşte genelde art niyetlilerin Mevlânâ ile Şems arasında bir ten ilişkisi olduğunu bu kırk günün neticesinde söylüyorlar. Onların kırk gün boyunca bir odaya kapanmasını bir başka türlü açıklıyorlar. Şafak ise kitabında bu kırk günün her bir gününde Şems’in kurallarından bir tanesini Mevlânâ’ya öğretmesi olarak insanlara aktarıyor sanki art niyetlilere bir ders verircesine.

Birlikteliklerinin birkaç yılında birbirlerine öyle aşkla bağlanıyorlar ki, artık tek kişi oluyorlar. Bir nevi vahdet yaşıyorlar. Ve bunu sık sık etraflarındaki art niyetli insanlara söylüyorlar: “Onu inciten beni incitir, beni inciten ise onu…”

Kitabı okumadan kitaptaki aşk olgusunu tam olarak kavrayamayacaksınız belki ama yine de aşkın, kitabın ana unsuru olduğunu sık sık tekrar ettiriyor kahramanlarına, yazar. Benim için Kur’an yazılı bir kitap değildir, diyor Şems. Benim için Kur’an kâinattır diyor. Her yerde, her şeyde ben Kur’an’ı görürüm diyor. İşte bu yüzdendir ki hiç kimseye kötülükle bakamıyor. Tasavvuftaki tecelli insancı olsa gerek bu. Yaratılan her şeyin Allah’ın yansıması olduğunu düşünüyorlar. Allah’ın her an tecelli ettiğini, yansıdığını düşünüp her şeyi O olarak görüyorlar. İşte bundan değil mi ki Hallac-ı Mansur Ene’l Hak (Hak benim) diyor? Ve onu anlamıyorlar, idam ediyorlar. Tıpkı Şems’i anlamayıp… Şems ile Mevlânâ’nın karşılaşması da kezâ böyle. Halkın anlamadığı aşikâr…

Sufiler bambaşka insanlar. Rindler, zahid değiller. Gönülleri Allah aşkıyla doludur. Onlar için Allah’ı sevmek cennetle mükafatlandırıldıkları için değildir. Onlar Allah’a aşık oldukları için severler. Yunus da böyle değil mi ki? “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşk ile birkaç huri /İsteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni”. Allah’a aşık olmak, evliya makamına çıkmak değil midir?

Hangimiz birilerini severken gerçek anlamıyla seviyoruz ki. Gerçekten sevmek istediğimiz için seviyoruz. Bizi tersleyen, bizi rezil eden birisini hangimiz vardır bir hikmeti deyip de seviyoruz ki? Ya da hangimiz aşka “senin beni sevdiğin için seni sevdim” diye imâlarda bulunup da aşkı basitleştirmiyoruz ki? Öyle değil midir dostlarım, siz söyleyin. Biz sevgimizi, aşkımızı karşılıklı çıkarlar uğruna vermiyor muyuz? Allah’a yaptığımız ibadetlerimiz, borçlarımız cennete girme isteğimizden değil mi? Bir cismani varlığa aşık oluyoruz, onun bir gülüşü ile hayat buluyoruz da bizim günde binlerce kez ritmik bir şekilde nefes almamızı sağlayan Allah’a neden bir Sufi saflığıyla aşık olamıyoruz?

Sufiler için dört makam vardır: Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet kapıları. Diyor ki Şems bu kapılardan hangisine geçerseniz bir öncekinin yaptığından sorumlu değilsiniz. Gerçek aşk da zaten bu değil mi? Ya da gerçek ibadet. Siz her yattığınızda Allah’ı zikrediyorsanız namaz kılmaya ne hacet? Siz yediğiniz her lokmada Allah’ı zikrediyorsanız oruç tutmaya ne hacet? Siz her adım attığınızda Allah’ı zikrediyorsanız Kâbe’yi tavaf etmeye ne hacet. Rabbim de demiyor mu: “Ben dağları taşları yarattım, bir türlü sığamadım da şu insanın gönlüne sığdım.” diye. Biz, hepimiz Allah’ı içimizde tutabilecek kadar büyük bir gönle sahibiz. Ancak Sufiler bu gönüllerini son demlerine kadar kullanabiliyorlar. Bunun farkındalar. Biz ise Allah adını zikretmeye korkar olmuşuz.

Ve bize bir şeyleri daha öğretiyor bu Sufiler. Sadece kendine bakmayı. Yaşadığımız her şeyden sonra kendimize yönelmeyi ve kendimizi dinlemeyi. Kendini bilen insan, kendini dinleyen insan daima gerçekleri görür. Burada bir hikâye aktarmak istiyorum:

Dört tüccar, boş bir camide namaz kılıyorlarmış. Derken içeri müezzin girmiş. İlk tüccar duasını yarım bırakıp hemen sormuş: “Müezzin Efendi! Ezan okundu mu? Yoksa daha vaktimiz var mı?”

İkinci tacir dua etmeyi bırakıp, arkadaşına dönmüş: “Ya hu, duanı yarım bıraktın, niye konuştun? Şimdi namazın boşa gitti. Haydi, baştan başla bakalım!”

Bunu duyunca üçüncü tacir müdahale etmiş: “Yuh, salak, ne diye onu suçlarsın? Kendi namazına bakacaktın. Bak, seninki de boşa gitti.”
Dördüncü tacir dayanamamış, kendi kendine mırıldanmış: “Bak şu akılsızlara! Üçü de namazlarını ziyan etti. Allah’ım sana şükürler olsun, beni faka bastırtmadın, onlar gibi şaşırtmadın.”

Sizce diyor Şems, bu dört tüccardan namazı heba olan varmı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Kimisi hepsini suçlu buluyor, kimisi ilk üçünü vs. Bir Sufi de diyorki: “Şayet bu tacirlerin bir kabahati varsa, namazlarını kesip konuşmaları değil, esas kabahatleri kendi işlerine bakıp, ettikleri duanın hakikatine odaklanmak yerine, akıllarının başka yerde olması ve etrafta olan bitene takılmaları. Ama şimdi biz tutup da onları yargılarsak, aynı hatayı biz de yapmış oluruz.

Yani ne olursak olalım, kendimize bakalım. Hatayı, kusuru kendi içimizde görelim…

Kitap hakkındaki olumsuz düşüncelerime gelince. Aslında çok daz fazla olumsuz bir düşünceye kapılmadım. Ancak çerçeve hikâyenin basitliği beni düşündürdü. Okuyan bilir, Aşk kitabı iki öyküden oluşuyor. Birisi Şems ile Mevlânâ’nın öyküsü diğeri de çerçeve, üst öykü olan Ella ile Zahara’nın öyküsü. İşte bu çerçeve öykünün kurgusunun basit olması ve bu iki kişinin aşkının Mevlânâ ile Şems’e benzetilmeye çalışılması romanın tadını kaçırıyor biraz da olsa. Şafak’ın Mahrem romanına bakarsanız aynı şekilde kurgulanmıştır. Günümüzde yaşanan olaylar ile bundan yıllar evvel yaşanan olayların paralelliğini tek bir roman içerisinde eritmiştir. Ama Ella’nın eşini ve çocuklarını terk edip Zahara’ya kaçmasını pek hazmedemiyorum ben. Hoş Mevlânâ da Şems geldiğinde çocuklarını ve eşini bırakıp sadece onunla ilgileniyor. Ama bu romana göre böyle tabii. Sizce bir insana çok fazla bağlanıp etrafında senin ağzından çıkan sözleri bekleyen onca insanları sensiz bırakmam reva mı? Belki de reva…

Kitapta çok fazla tensellik konusunda atıfta bulunulmuş. Belki Ella ve Zahara arasındaki tensellik bir noktaya kadar sindirilebiliyor ama Şems’ atfedilen tenselliği ben biraz basit buldum. Çünkü Şems’i hayal edişim daima yaşlı, tatlı bir insan yüzü idi. Şimdi ise rahmetli Barış Akarsu gibi birisini tahayyül ediyorum.

Kitaptaki bir diğer hususa gelince Mevlânâ’nın bulunduğu konum acaba gerçekten böyle mi? Mevlânâ toy bir insan mı ki Şems gelince gerçekten Mevlânâ olabildi? Mevlânâ gerçekten bu kadar insani miydi davranışları ile… Kim bilir…

Meraklısına ise aşkın kırk kuralı

Okuyorum, Yaşıyorum

sancı çekmeden doğum olmaz*

Yatağıma uzanmıştım. Odanın hafif serinliğini üzerime aldığım cankurtaran(Bir arkadaşla birlikte vermiştik bu hırkaya bu ismi. Zamanında çalıştığım bir işyerinde aniden gelen üşümelere merhem olsun diye askıda asılı dururdu. Ve üşüdükçe giyerdik onu.) sayesinde bertaraf ediyordum. Bir yandan akşam yemeğini hazmetmeye çalışırken bir yandan kitap okuyor ve bir yandan da sıcak sıcak gelecek çayı bekliyordum. Ne de olsa akşam yemeğinden sonra çay gibisi yok değil mi? Kimileri der ya: İster fakir ol, ister fukara. Her yemekten sonra yak bir cigara! Benim cigaram da çayım olsa gerek!

Daha yeni bitirdiğim kitabın etkisini üzerimden atamadan yeni bir kitaba başladım. Artık hız kesmek yok,  romanların dünyasından düşmek yok, dedim kendi kendime. Ve birini bitirdiğim an diğerinden birkaç sayfa okumadan bırakmadım.

Nietzsche Ağladığında‘yı okudum. Bitti. Ve şimdi listemdeki kitaplardan Aşk romanına başladım. Elif Şafak‘ın o dillerden düşmeyen (bestseller) romanı, Aşk.

Kendimdeki bir özelliği çok severim: İki şey arasında bağ kurmak, iki şeyi mukayese etmek. Mukayese, işi güzellik kötülük gibi nitelik bakımdan karşılaştırmaktan ziyade arasındaki benzerliği bulmaya dayanıyor bendeki anlamıyla.

Eğer okuduysanız ya da biraz internette dolaştıysanız sık sık rastlamışsınızdır Aşk romanının konusuna. Şems’i anlatıyor roman. Şems’in Mevlânâ ile buluşmasını. Ve 40 kuraldan bahsediyor. GÖNLÜ GENİŞ VE RUHU GEZGİN SUFİ MEŞREPLERİN KIRK KURALI.

On birinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir. (Aşk, sayfa: 117)

Şems’in kırk kuralından on birincisi buydu. Nietzsche ise geçirdiği krizlerin, günlerce yataktan çıkmamasının sonucu olarak eserlerini gösteriyor. Ya da Irvan Yalom öyle söyletiyor Nietzsche’ye.

Bu iki kitap arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. İki kitapta da arka arkaya, güzellik bekliyorsak zorluklara katlanmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Aslında biraz sorgulayıcı olduğumda vardığım sonuç aymazlıktan kurtulmak gibi gözükse de pek öyle değil.  Çünkü oradan bağlantı kurduğum bir şey de beni öylesine memnun ediyor ki…

Bu iki kitabın yazarı da önce kahramanlarına acı çektiriyorlar. Bir tanesinin yazarı kahramanına, acıyı çek ki sonunda güzel bir şey üret diyor. Eserlerini yazmanı çektiğin acılara bağla diyor. Diğer kitabın yazarı ise acıyı, sıkıntıyı çek ki sonunda rahata er. Sen kâmil insan olma yolundasın. Ölmeden önce öldün. Allah yolunda acıyı çek, ilmini ona aktar ve sonra Allah’a kavuş. Sonsuz mutluluğu tat diyor.

Ve bir kitabın yazarı da bize sık sık diyor ki, acı çekmesi gerekene acıyı veririm. O acıyı çeker. Ama her şeyin sonunda mükâfat vardır. Her şeyin ama her şeyin sonu mutluluktur. Mutluluğu bu dünyada da tadabilirsin, başka bir dünyada da. Ama unutma ki, onu sana vereceğim. İşte bunu söyleyen de diğer kitapların yazarı gibi sanki kendi yazdığı bir romanda kahraman olarak bizi seçmiş. Bildiniz mi?

O kitabın adı, Kur’an-ı Kerim. Yazarı mı?

Yaşıyorum

p.s. i love you (not: seni seviyorum)

ps i love you

Son zamanlarda izlediğim en harika filmlerden bir tanesi. Genelde arkadaşların tavsiyesi üzerine film izlediğim için, izlediklerim daima güzel filmler oluyor. P.S I Love You filmi de genel olarak izlediğim ender kalitede filmlerden birisi. Suskun‘un tavsiyesi üzerine listele almış, indirmiştim.

Kurgusu değişik olan ve psikolojik olanlar filmleri sevdiğimi sık sık tekrar ederim. Eğer bu ikisi birlikte bir filmde verilmiş ise demeyin keyfime gitsin. Hele bir de duygusallık varsa filmde… Gerçi psikolojik filmlerin zeminini duygusallık oluşturuyor o ayrı mesele.

Sevdiğiniz insanın öldüğünü düşünün. Onun ölümü ile başlayan ve bir sene sonrasına kadar süren “onsuzluk” ve “onluluk” çelişkisini düşünün. Onsuzluğun verdiği acı, küskün hayatı üzerinizden atma çabanızı düşünün… Hiç de kolay olmasa gerek. Bir de sevdiğiniz kişi ile kusursuz bir ilişkiniz var ise…

Film boyunca beni hep etkisi altında tutan şey iki kişinin birbirine olan aşkı idi: Gerry ve Holly‘nin aşkı. Ve bundan daha mühimi de Gery‘nin tümörden ölmesine rağmen 9 yıllık eşinin hayatını öldükten sonra şekillendirecek kadar eşini çok sevmesi. Nasıl oluyor bu diyorsunuz değil mi? Öyle güzel oluyor ki… Film sürprizler etrafına kurulmuş. Gery’nin öldükten sonra eşine yaptığı bir sürü sürpriz insanı o kadar etkiliyor ki… Bu filmi mutlaka ama mutlaka izlemenizi istiyorum. Ve belki siz de benim gibi etkisinden kurtulamayacaksınız.

İnsanların Issız Adam filmine dair yorumlarını hep sağda solda okuyorum ya da duyuyorum. Hep film bittikten sonra herkesin eski sevgilisini aradıklarından bahsedip duruyorlar. Ve belki ben bu yüzden bu filmi izlemek istemiyordum. Ancak bugünden sonra en ıssız adam olup en ıssız filmleri izleyeceğime eminim.

Filmdeki iki karakteri benim hafızamdan silmeyecek iki özellikleri var. Birisi Gerry’yi canlandıran Gerard Butler‘in o muhteşem, doygun sesi. Öteki de Holly’yi canlandıran Hilary Swank‘ın mimikleri.

Uzunca bir süre tiyatro ile ilgilenmiş olduğumdan duyguları yansıtmanın ne kadar zor olduğunu bilirim. Birisine gülen adam yap dediğinizde rahatlıkla yapacaktır. Üzgün adam yap dediğinde rahatlıkla yapacaktır. Ama aynı kişiye, kocası ölen bir kadının aradan birkaç ay geçince bir başka adamla yatması ve yatakta kocasını özlem ve sevgi ile hatırladığında hissettiklerini surat ifadene yansıt dediğinizde bunu yapamayacaktır.

Ve yazıyı Gerry’nin Holly’ye yolladığı bir mektuptan bir parça ile bitirmek istiyorum:

“Mesele,  hatıraların dar yollarında takılıp kalman ya da eve lamba alman değil, bu konularda benim desteğim olmadan da başının çaresine bakabilirsin. Anlatmak istediğim, beni nasıl etkilediğin, beni nasıl değiştirdiğin. Beni severek bir erkek yaptın, Holly, ve bu yüzden sana, hiç abartmadan, sonsuza kadar, müteşekkirim. Bana bir konuda söz verebilirsen eğer, şunun sözünü ver:

Üzgün olduğun ya da kendine güvenini kaybettiğin ya da inancını tamamen yitirdiğinde, kendine benim bakış açımdan bakmayı deneyeceksin. Karım olma onurunu bana bahşettiğin için teşekkür ederim. Hayatımda hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Ne kadar şanslıyım.

İzliyorum, Yaşıyorum

eternal sunshine of the spotless mind (sil baştan)

eternal sunshine of the spotless mind

Son zamanlarda izlediğim harika filmlerden bir tanesi. İsmiyle müsemma bir film gerçekten. Katıldığım, katılmaktan zevk aldığım bir forumda bir arkadaş (rumuz: anathema) tavsiye etmişti bu filmi bana. Sonradan msn‘de sohbet ettiğim bir arkadaş(kbra) da tasdik etmişti aldığım tavsiyeyi. Filmden etkileneceğimi, hattâ favorilerimden olacağını söylemişti. Şimdi onların söylediklerinin hissettiğim duygular karşısında epeyce fakir kaldığını düşünüyorum. Film bana göre fevkalade bir şeydi. 2004 yılında Michel Gondry‘nin yönetmenliğinde çekilen filmde başrolleri Jim Carrey ve Kate Winslet paylaşıyor.

Sanırım uzunca bir süredir yaşadığım o karışık duyguları birisi almış, beynimi okumuş ve bir film haline getirmişti. Sanki beynmimde yaşadığım ben’i almış ve filmin esas karakteri olan Joel‘in yerine yerleştirmişti. Bu film bana öylesine yakın, beni öylesine anlatıyordu ki bunu kelimelere, kelimelerden de cümlelere dökmek pek mümkün değil sanırım.

Size burada her zamanki gibi filmi anlatır ve filmden alacağınız zevkin içine edebilirim. Ancak bundan ne siz hoşnut kalırsınız ve ne de ben film hakkında bir şeyler yazmış olurum. Filmin bana hissettirdiklerini, yaşattıklarını anlatmak istiyorum size. Ama önce şunu söyleyeyim ki; film Vanilla Sky filmi ile hemen hemen yakın konuları işliyor. Ancak Vanilla Sky bu filmin yanında bence halt etmiş. Her neyse, şimdi aşağıda yazacaklarım filmi izlemeyenler için pek hoş olmayacaktır. Gerçi yazdıklarımı okuyunca filmi izleme isteğinizin kaçacağını pek sanmıyorum ama yine de okumayın lütfen. Filmi izleyin ve öyle okuyun. İnat etmeyin işte, önce izleyin.

Filmin yarısına kadar nerede ne olduğunu, olayların hangi zaman dilimlerinde gerçekleştiğini, hangi oyuncunun nerede hangi rolde olduğunu falan pek kestiremedim. Ama filmin yarısında yaşanan birkaç hadise ve filmin sonlarına doğru yaşanan birkaç hadise bana “vay be” dedirtmeye yetti de arttı bile.

Kısaca özetlemek gerekirse, iki sevgili iki kere tanışıyor. 🙂 İlk tanışmalarında anlaşamıyorlar ve kadın teknolojik bir yöntemle sevgilisini beyninden sildiriyor. Akabinde bunu öğrenen adam da onu beyninden sildiriyor… En azından sildirmeye çalışıyor… Film aslında burada “kısaca” dediğmen o kadar farklı ki, inanın ben anlatmak istemiyorum. Anlatsam sanırım filmin heyecanı kaçacak. Şimdi ben has duygularıma geçeyim istiyorum o kadar girizgahtan sonra.

Çok kötü oluyorum filmi izlerken. Ne güzel diyorum bir aşk başladı filmde. Tam da benim sevdiğim aşklardan. Hani arka fonda hoş bir müzik, iki aşığın da yüzünde hafif bir gülümseme ve iki tarafın da birbirinden habersiz, birbirlerine karşı hissettikleri heyecan. Sonra birkaç hadise oluyor ve ayrı düşüyorlar. Üzülüyorum o an, böyle bir aşk ile başlayan film bir ayrılık ile devam edemez… Etmiyor da nitekim… Her şey bir bozuluyor, bie düzeliyor. Mutlu son ama. 🙂

İlişkilerinize bir göz atın. Aslında sadece sevgili bazında düşünmemek lazım ama sevgili bazında olmayan ilişkiler pek kafaya takılmıyor nedense. Takmayın da zaten. Sevgiliniz ile olan ilişkiniz zaten yeterli olacaktır size, kafaya takma açısından. Sevgilinizden ayrılıyorsunuz. Nedeni hiç önemli değil. Bir şekilde ayrılıyorsunuz. Sonra bir gece yatağınıza yattığınızda sevgilinizi hatırlıyorsunuz. Ya da onu zaten hiç unutamadığınızı varsayın mesela. Çalışma masanızın üzerinde duran bir biblo onu size hatırlatmaya yetiyor değil mi? Başkaları için anlamsız gelen, anlamsızca masada duran bu biblo sizin için ne kadar anlamlı, size neler hissettiriyor değil mi? O bibloyu alırken neler hissettiğinizi, o biblonun size neler hissettirdiğini ifade etmeye kalksanız sayfalarca kâğıt harcarsınız şimdi değil mi? Ama tüm bunlar, hissettikleriniz ve hattâ gözyaşlarınız dahi o bibloyu alırken ki hatıranızı bir daha yaşatmaya yetmiyor değil mi? O anı tekrar yaşamak için neleri feda etmezdiniz ki?

Yaşanan anlar geri gelmiyor maalesef. Ne kadar çabalarsak çabalayalım geri gelmiyor. Bazen düşünüyorum da, acaba sevgiliyi bize unutturmayan şeyler hep hatıralar değil mi? Zihnimizde ona yüklediğimiz anlamlar değil mi?

Kaç gece yatağa başınızı koyduğunuzda, için için ağladığınızda kalbinizin tüm saflığı ile Yaradan’a yalvarıp ona ait tüm hatıraları zihninizden silmesini istediniz? Çoğu kez istediniz bunu değil mi? Ya bu hatıraların silinişine birbir yaşayarak tanık olsaydınız? Mesela o bibloy alırken sevgilinizin sizi yanağınızdan öptüğü anı yaşarken o anın silindiğini hissetseydiniz? Yine de silinmesini ister miydiniz o güzel anıların?

Bilmiyorum dostlarım, yaşamda hepimizin için sıkıntılı günler, hepimizin için unutması güç hatıralar vardır. Hepimiz onları unutmayı isteriz ama bir o kadar da o hatıraları hatırlamaktan, onları düşünüp uykuya dalmaktan zevk alırız… Hatıraları unutmak istemek konusunda biraz bencillik yaptığımızın farkındayız değil mi şimdi? Bırakın o güzel hatıralarımız bizimle birlikte yaşasın. Aklımıza geldiğinde ufak bir tebessüm edelim yeterli. Hiç yaşamamış olmak ölmek ile eşdeğer değil midir sizce?

Hatıraları bir kenara bırakırsak, yaptığımız hataları hatırlayıp pişman da oluyoruz ara sıra değil mi? Off diyoruz bazen, Allah’ım diyoruz, keşke o an şunu yapmasaydım, keşke o an orada olmasaydım her şey şimdi daha farklı olurdu diyoruz bazen değil mi? Kendi kendimizi yeyip bitiriyoruz. Düzelmeyecek şeyler için boş yere ümit ediyoruz. Oysa bir şansımız daha olsaydı, yaşadıklarımızı aynı güzelliği, aynı saflığı ile yaşayacağımızı bilsek ve o hatalarımızı bugünkü gözlerimiz ile görüp telafi etsek ne güzel olurdu değil mi? Hayat bize her zaman bu filmdeki gibi ikinci bir şansı tanımıyor maalesef. Gel hatanı telafi et demiyor. İşte bu yüzden adımımızı atarken, ağzımızdan bir sözü çıkarırken tekrar tekrar düşünmeliyiz dostlarım. Ufak hatalar için pek sorun değil de, o büyük hatalar yok mu… Telafisi mümkün olmayan…

Bu filmi izlediğim için gerçekten şanslıyım. Gerçekten hayatımı bir kez daha gözden geçirebildim nihayet. Hatalarımı gördüm, üzülmem gereken şeyleri, sevinmem gereken şeyleri gördüm. Ve belki uzun bir süreden sonra ilk defa gözlerim doldu. Ve belki uzunca bir süreden sonra ilk defa hissettim bir şeyleri. Her neyse.

Son sözlerimi söylemek istiyorum, içinde bulunduğunuz her andan zevk alın lütfen. Bu anı bir daha yaşamayacaksınız. Doya doya yaşayın. Kalbinizi güzelliklerle doldurun. Etrafınıza güzellikler saçın. Yaşadığınız anın telafisinin olmayacağını düşünerek yaşayın lütfen.

Hayat hepimize güzellikler getirsin…