İyi yazılmış bir kitap, senaryosu-oyunculuğu güzel bir sinema filmi, kurgusu güzel bir tiyatro bana her zaman hayatımı ve kendimi sorgulatacak kadar anlamlı gelmiştir. Eser boyunca hayatımı anlamlı kılan her şeyi düşünür ve bir şeyleri belki de değiştirmek gerektiğini sık sık kendime telkin ederim.
Son günlerde okumaktan, gezmekten fırsat buldukça film izlemeye devam ediyorum. Birkaç öğrencimin tavsiyesini hayata geçirmemle sıkı bir Aamir Khan izleyicisi olduğum aşikâr. Belki onun filmleri de apayrı bir yazı konusu olur. Hattâ her filmi bir yazı dizisi bile olabilir.
İzlediğim filmleri başkalarına da izletmeyi, tavsiye etmeyi her daim boynumun borcu olarak görmüşümdür. Ve bana tavsiye edilenlere eğer, izlerim, okurum demişsem mutlaka bir gün bunu gerçekleştiririm. Huyum kurusun. Gran Torino‘yu da bana Erkan tavsiye etmişti. Tavsiyenin üzerinden birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen izlemiş -iyi ki- olmanın haklı gururunu üzerimde taşıyorum.
Yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu Clint Eastwood‘un yaptığı muhteşem bir film.
Çok detaya girmeden filmi özetlemek gerekirse Kore Savaşı‘na katılmış bir Amerikalı ve onun Çinli (Hmong) komşuları ile olan diyaloğu anlatılıyor. İlk başta basit bir ırkçılık filmi gibi görünse de filmin gidişatı hiç de öyle değil.
Filmi özetleyerek sizi de zor durumda bırakmak istemiyorum. Ancak aklımdakileri de buraya yazmazsam yazının ne anlamı kalacak değil mi? İşte bu sebeple aşağıda yazdıklarım filmin konusuna dair size ipuçları verecektir. Ben, yazının buradan sonraki bölümünü filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.
Filmde Clint Eastwood –Walt Kowalski– Kore Savaşı’na katılan ve savaşta öldürdüğü 13 kişinin -özellikle masum olanların- vicdan azabını ömrü boyunca çeken bir ihtiyardır. Bu sebeple hiç mi hiç gülmez. Çocukları sık sık onun bu davranışlarından şikâyet etseler de kendi hayatlarını kurarak yollarını çoktan ayırmış ve bir “telefon babacılığı” konumuna onu sokmuşlardır. Walt bu duruma üzülse de çektiği ıztırabın çok da deşilmesini istemez; etrafı ve çocukları tarafından kendine yazılan basit bir ırkçı rolünü kabullenir. Hattâ yer yer bu role uygun davranışlar da sergiler. Tâ ki karısının ölümünden sonra Çinli komşuları ile girdiği münasebete kadar.
Çinli göçmenlerin yaşadığı mahallede evi olan Walt nefretle baktığı bu Çinli komşuları ile zorunlu da olsa bir iletişim kurar ve bu iki aile arasında bir yakınlaşma başlar. Bu ailenin ufak çocuğu olan Tao ile müthiş bir dostluk kurması ile bu dostluk zirveye ulaşır. Tabii bu durumda bile yaşlı ihtiyar sert, huysuz karakterinden taviz vermez.
Filmin bu kısmında Asyalı bu aile ile Amerikalı Walt’ın ailesi arasında bir zıtlık ilişkisi kurulur ve bu Asyalı aile film boyunca daima “olumla”nır. Özellikle Walt’a sürekli yiyecek taşımaları onları film boyunca seyircinin gözdesi yapar.
Film bu ilişkinin dostluğa dönüşmesi ile zirveye ulaşır ve burada Çinli aileye dadanan ve aynı kandan olan Çinli çetelerle olan mücadele ile devam eder. Tâ ki Tao’nun ablasına tecavüz edilip, Tao’nun evi bu çete tarafından taranana kadar.
Filmde bizi bekleyen sürpriz burada ortaya çıkıyor ve film -bence- esas farklılığını burada ortaya koyuyor.
Dostlarına yapılan bu haksızlığı hazmedemeyen Walt bir şeyler yapmak ister ve filmde on on beş dakikalık sahnelerle intikam alacağının resmi çizilir. Walt intikam alacaktır ama hepimizin beklediği ve film boyunca belinden indirmediği silahıyla değil tabii: Bedeniyle.
Walt, kendi bedenini dostları için kullanır ve bu çeteyi herkesin önünde kendini taramaya tahrik eder. Siz Walt’ın elini cebine soktuğunda sanki pimi çekili bir bomba çıkardığını düşünürsünüz ama o sadece bir çakmak çıkarır ve sigarasını yakar. Tabii o anda çete üyelerinin tamamı ateş eder… Böylece Tao ve ailesi bu çetenin gazabından onların hapse atılmasıyla kurtulmuş, arınmış olur. Belki burada kurtulan ve arınan bir kişiden daha söz edebiliriz: Walt.
Film boyunca Kore’de haksız yere öldürdüğü insanların acısını üzerinde taşıması bir şekilde seyirciyi rahatsız eder. Haliyle o bu vicdan azabından bir şekilde kurtulacaktır. İşte bu sekiz on kişi tarafından taranarak öldürülmesi bu vicdan azabını dindirmeye yeter. Huzurla dolar kalbi. Bir nevi arınma yaşar.
Filmin bu kısmında bir Dostoyevski romanı okumuş gibi hissettim kendimi. Adres vereyim: Suç ve Ceza. Maddi bir suç işliyorsunuz ve bunun bedelini maddi olarak ödeseniz bile manevi olarak arınmadan huzuru bulamıyorsunuz. Tâ ki suçunuzu itiraf edip kürek cezasına çarptırılana kadar.
Yine daha evvelden izlediğim Symetria diye bir filmi de anımsadım burada. Simetri olma hali bir şeyin iki yüzünün birbirine eşit olmasıdır. Bir şeyin zıttının olmasıdır: Varlık-yokluk gibi. Eğer siz işlediğiniz bir suçtan ötürü vicdan azabı çekiyorsanız bunu temizlemenin tek yolu bunun zıddı bir iş yapmaktır. Öldürmek ve ölmek gibi.
Genelde dostluk teması ön plâna çıksa da özellikle ihtiyarın kendini feda etmesi ile “arınma(catharsis)“nın da önemli temalardan biri olduğu şüphe götürmez bir gerçek.
Merhaba, yazılarımı beğendiysen Instagram hesabımı takip ederek daha güncel paylaşımlarıma bakabilirsin. Kendinden bir şeyler bulacağına eminim.
Yorum yok