Öğrencilerime, bir yazıya etkili bir başlık bulmak istiyorsak önce metni yazar, bitirir başlığı metne göre belirleriz diye anlatırken ben birçok yazımda önce başlığı atıyor, yazıyı başlığa göre şekillendiriyorum, böylesi daha keyifli oluyor: Ele verir talkını, kendi yutar salkımı.
Epeydir kitap okuma konusunda sorunlu olduğumu düşünüyordum. Beni saracak, kendi dünyasına çekecek kitap bulmakta zorlanıyordum. Belki kitap çok ama bende kitap okuyacak güç yoktu. Ramazan ayının zihni bulanıklıktan arındırdığından mıdır yoksa tevafuk mu diyelim bilmiyorum ama birkaç gün evvel başladığım Tarık Tufan’ın 2018 yılı sonunda çıkan 299 sayfalık “Düşerken” romanını bir çırpıda bitirdim ve bu romanı sizlerin de bir an evvel okuması, duyumsaması için sahurdan biraz evvel bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.
Dikkat çekici, post-modern olduğunu buram buram hissettiren bir kapağı olan kitabı açıp bir iki sayfa okuduğumda Elif Şafak‘ın “Aşk” kitabına benzer kurgusu olduğunu düşündüğüm bir kitabı okuyacağım zannı uyandı bende. Bu da içten içe huzursuzluğa sevk etti beni. Zira “Aşk” romanını okurken evli bir kadının kocasını, çocuklarını terk ederek kendi içsel yolculuğuna çıkmasını çok tasvip etmeyip kitap boyunca kendimi “ulvi” bir amaç uğruna terk edilen çocukların yerine koymuş ve içten içe kızmıştım Elif Şafak’a. Hatırladığım kadarıyla benimle birlikte birçok kişi bu duruma kızmış ama ne hikmetse yazar kitabın erkekler için farklı renkli kapağını da satışa çıkararak kitap yüz binlerce satış rakamına ulaşmıştı. Neyse, bu başka bir incelemenin konusu. Hatta ben şurada kitabı biraz övmüş ama kitapla ilgili rahatsızlığımı da dile getirmişim 2009 yılında.
Düşerken, birbiriyle yaşantı bakımından çok da alakası olmayan İshak ve Jülide’nin ansızın birlikte kaçmaları ile başlıyor. Roman boyunca da bu kaçış macerasını anlatıyor yazar etraflıca. Kurgu, bu kaçış hikayesi ile başlıyor ve kaçışın başladığı noktada sona eriyor. Ancak bunun sıradan bir kaçış değil aksine bir fark ediş, kendi içine bir yolculuk olduğunu kitabın sonlarında anlıyor ve gerçekten aydınlanıyorsunuz. Yoksa neredeyse Nurten’i tanıyana kadar İshak’ın evi terk etmesini anlamlandıramıyor, bir yerlerde eksiklik olduğunu hissediyorsunuz ve hatta İshak’tan nefret etmeniz çok mümkün görünüyor. Yazar aslında bu kaçışın sıradan bir kaçış değil de bir hesaplaşma yolculuğu olduğunu bize şöyle sezdiriyor: “‘nereye?’ diye düşünmeden gitmek isteyenlerin varabilecekleri tek yer geçmişleridir. ”
Roman boyunca Jülide ile İshak’ın tensel bir birliktelik yaşayıp yaşamayacaklarını merak ediyoruz. Tensel birlikteliği yaşatmak istiyoruz aslında bir yandan. Çünkü Jülide’nin rahat, ipe sapa gelmez tavırları bizi mutlaka bu birlikteliğin yaşanacağının sinyalini veriyor. Bu birlikteliği yakalarsak onları suçlayacak bir malzeme daha bulmuş olacağız. Hatta yazar özellikle kitabın başında ufak ufak çağrışımlarla sanki bu tensel birlikteliğin bir yerde mutlaka gerçekleşeceğini sezdirerek bizi kandırıyor ya da dikkatimizi o noktaya çekmek istiyor. Merak edenler için söyleyim, bu birliktelik roman boyunca yaşanmıyor. Çünkü İshak’ın Jülide’nin, özellikle Jülide’nin İshak’ın hayatındaki yeri bizim tahmin ettiğimizden çok daha fazla. Her ikisi de bu yolculuk esnasında birbirlerine rehberlik ederek geçmiş yaşamlarına dair içlerinde biriktirdikleri irini dökmelerine yardımcı oluyor. Böylece birbirleri üzerinden bir arınma gerçekleştiriyorlar. Bu zaviyeden bakınca birbirleri ile hiç alakası olmayan bu iki kişi için birbirlerinin Hızır’ı diyebilir miyiz? Bence deriz. Romanda bir ara İshak, Jülide diye birinin gerçekte var olup olmadığı konusunda tereddüt yaşadığını söylüyor. Hatta bunu da zekice bazı film senaryolarına gönderme yaparak belirtiyor ve nitekim Jülide’nin gerçekten var olduğuna kanaat getiriyor.
Bir yolculuk romanı mı diyelim, bir arınma romanı mı, bir geçmişe yolculuk romanı mı bilmiyorum ama gerçekten kurgusuyla sizi ilk andan itibaren içine çeken kitap bir sonraki aşamayı merak ettirerek aklınızın sınırlarını da sık sık zorluyor ve özellikle en sonda o muhteşem tablo ile serüvene noktayı koyuyor: Okumalısınız.
Kitabın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımda içimde Simyacı okumuş gibi bir his beliriverdi içimde. Bilenler bilir, Simyacıda Endülüslü bir çoban hazine bulmak için İspanya’dan kalkıp Mısır’a kadar geliyor ve aslında aradığı hazinenin evinin altında olduğuna kanaat getiriyor romanın sonunda. Onun hazine bulmak için yaptığı bu yolculuk esas hazinesinin kendi olduğuna kanaat getirmesiyle ve bizi de şahit tutmasıyla sona eriyor. Hoş bu romanın da Mesnevi’deki Bağdatlı bir zenginin hikayesinden hareketle yazıldığı söyleniyor ama o da başka bir yazının konusu. Biz romanımıza dönelim.
Roman, İshak-Jülide-Nurten çatışması ile başlıyor ancak ilerleyen sayfalarda İshak- Sefer(babası) çatışması ile devam ediyor. Ancak bence romanda en kritik çatışma İshak – Nuran/Nora (annesi) arasında yaşanıyor. İshak’ın annesi Nuran’la ilgili kendinin bilmediği birkaç bilgiyi tulum peyniri satan bir kadından öğrenmeye başlaması ile İshak – Nuran çatışması başlıyor ve bu çatışmanın sona ermesiyle roman da sona eriyor. Roman boyunca yazılanlar, söylenenler, yaşananlar hep İshak’ın zihnindeki anne motifini çözme sürecine hazırlıyor bizi ve İshak’ı. İshak annesi ile ilgili tüm bilmeceyi çözüyor ama bir tek annesinin yüzünü çözemiyor. Ta ki o tabloya kadar. Bu anne ve tablo motifi bende Tanpınar’ı ve Tanpınar’daki ayna metaforunu çağrıştırdı. Ayna, Türk edebiyatında sıkça kullanılan metaforlardan birisidir. Geçmişi, geleceği, kendimizi, yaşanmışlıklarımızı, özlemimizi ve kırgınlıklarımızı yansıtır ayna. Tanpınar’ın aynasında annesi vardır. Küçük yaşta kaybettiği annesi. İshak’ın da tablosunda annesi vardır. Hiç görmediği annesi.
Yazar, kitabın bölümlerini İshak, Jülide ve anlatıcı ağzından aktarıyor. Özellikle bazı bölümlerde anlatıcı üzerinden olayları anlatması hem kitabın akıcılığını sağlıyor hem de romana farklı bir hava katıyor. Katı bir sınıflandırma yerine bu tarz bir kurgu oldukça eğlenceli olmuş.
Aslında romanı okurken romanla ilgili şunu da yazarım, şuna da değinirim diye birçok şey kurmuştum kafamda. Ama roman okurken not almayacak kadar üşengeç olduğum için yazımı burada sonlandırıyorum. Tabii kitabın bence en can alıcı noktasını sizinle paylaşarak:
”İnsan bir mezarın başındayken, orada yatan kişiyi kaybetmiş olmaktan çok daha fazla şeye gözyaşı döküyor. ”(syf. 219) Sizce de öyle değil mi? Aslında şahit olduğumuz olaylar karşısındaki göz yaşlarımız, tavırlarımız hep kendimize bakmamızdan, kendimizi hissetmemizden değil midir?
Merhaba, yazılarımı beğendiysen Instagram hesabımı takip ederek daha güncel paylaşımlarıma bakabilirsin. Kendinden bir şeyler bulacağına eminim.
Yorum yok