Kategorideki Yazılar

Yorumluyorum

Yorumluyorum

Güven Bana(!)

Evimde televizyon olmadığı için gündemdeki dizileri, yarışmaları veya başka programları bir müddet geriden takip etmem gerekiyor. Kültürel bazı programları, tartışma programlarını, sevdiğim dizi ve filmleri takip edememe sıkıntısı yaşasam da bu durumun faydası yok değil. En azından kitaplarla daha fazla haşir neşir olabiliyor, kendime daha çok vakit ayırabiliyorum. Ve bir de işin en güzel tarafı bazı programların düzeysizliğini görüp de sinirlenmiyorum. Tabii eş dost ziyareti esnasında izlediklerimi saymazsak.

Bu akşam tevafuken bir yerde ATV‘de yayımlanan “Güven Bana” isimli yarışma programını izledim. İsmiyle zerre alâkası olmayan programın içeriği bence bir toplumun kültürü, dini, yaşayışı gibi dinamiklerini yerinden oynatmak için ne gerekiyorsa hepsini bünyesinde barındırıyor. Devamını Oku

Yaşıyorum, Yorumluyorum

ismet özel ve özel ben

ismet özel

Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında
Aşklarım inançlarım işgal altındalar
tabutumun üstünde zar atıyorlar
cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır
Kanla Kirlenmiş Evrak

son günlerde biraz zoraki de olsa ismet özel okumaya başladım. okumaya başlamak zoraki olsa da okumayı idame ettirmek tamamen gönüllülük işi. zira beni benden alan, düşündüren satırlar arasında kaybolduğumu hissettim.

farklı bir karakterimin olduğunu her seferinde söyledim. her ne kadar her insan farklı bir karakter olsa da ben kendimi gerçek anlamda herkesten çok “farklı” hissediyorum. olaylara bakışım, olayları yorumlayışım, olayların bende bıraktığı etkiler tanıdığım birçok insandan çok farklıdır. yer yer buna ben şair ve yazar duyarlılığı diyorum ama ne kadar şairim ya da ne kadar yazarım orası meçhul.

yüksek lisansta “son dönem türk şiiri” dersinde her birimize bir şair düşmüştü. şairlerin şiirlerini inceleyecek, kendimizi şiirlerin içinde eritecek, kendimizce o şairin şiirlerini anlamlandıracak ve bir sunum yapacaktık. bana da ibrahim tenekeci düşmüştü, daha evvel söylediğim gibi. ibrahim tüzer hocam, tenekeci’nin yazarlık yanının da olması sebebiyle onun şiirlerini bana verdi. benim incelememi istedi. benimle bir şeyler  yazma hususunda bir ortak noktamızın olduğunu hissetti kanımca.

tenekeci’nin şiirlerine başlamadan evvel “şiir”in ne olduğuyla ilgili kafamda o kadar çok soru vardı ki… birçok arkadaşım, kendisine edebiyatçı olduğumu söylediğimde “aaa ne güzel, ben de şiir yazarım.” gibi bir tepki verse de ve ben onların yazdığı şiir(!)leri sıkıla sıkıla okusam da henüz ben de tam olarak bilmiyordum şiirin ne olduğunu. öyle ki yüksek lisans derslerinde şiirin ne olduğu üzerine hocalar “o şiir nedir onu bile bilmez” derken içten içten korkardım, kaan “sence şiir nedir?” gibi bir soru soracaklar diye.

ismet özel, okuyana kadar şiirin ne olduğu hakkında pek fikrim yoktu. ama ismet özel okuyunca da şiir şudur ya da budur diye tam bir tanım yapamayacağımı öğrenmiş oldum çok şükür. çünkü şiirin belli bir tanımı yoktu. ancak şiir şunlar ya da bunlar olabilirdi. ya da şiir şunları ya da bunları konu alır, şunlardan ya da bunlardan bahsederdi.

aşağıda ismet özel’in “şiir okuma kılavuzu“* isimli kitabından yaptığım birkaç alıntıyı sizlerle paylaşacağım. ama öncesinde neden “ismet özel ve özel ben” gibi bir başlık kullandığımı söylemek istiyorum. “özel ben” gibi bir ifade ile ukalalık ya da enaniyet yapasım yok. ama gerçekten kendimi “ismet özel” okudukça özel hissediyorum. sanki onun gibi ben de hayatı farkında olarak yaşıyorum. sanki ben de onun gibi bana sunulan hayatın tekliğini biliyorum ve yaşayabileceğim kadar farkında olarak yaşıyorum hayatı.

“insanoğlu, yaşama güdüleri ile yaşama biçimi arasındaki uyumu kendisi kurmak zorundadır. insan için sınırlarını aşamayacağı bir yaşama biçimi yoktur, ama sınırları aşmak da aşmamak da insanın kendi elindedir.” (sayfa 17)

“işte, insanın daha en temel ihtiyaçlarını gidermek için bile kendi maddi yapısının dışında yer alan bir bilgiye başvurmak zorunda bulunuşu; hem kendisinden hem de hemcinslerinden dolayı yüklendiği sorumluluklarından kaçamayışı düzeyinde şiirden söz açmamız mümkündür. … kelimeler insanın iç dünyasındaki tınıların başlatıcısıdır.”(sayfa 18)

“her sağlıklı ve dolaysız bildirişim şiirin doğmasını gerektiren pürüzleri ortadan kaldırır. şiir bize düzyazının vermediğini sağlar dediğimiz zaman, kullandığımız dilin asıl insanca bildiriyi ulaştırmakta yetersiz kaldığını itiraf etmiş oluyoruz.”(sayfa 18)

“ne zaman insan karanlık bir yerde sayıklamaya itilmiş, insan ilişkileri karışık, karıştırıcı, bozucu niteliklere bürünmüş, insanın bir başka insana söyleyeceği söz anlamını kaybetmiş, insan davranışları yapaylık, içtensizlik yüklü hale gelmişse, insanlar şiir okumak, şiirle uğraşmak, şiirden öğrenmek gereğini duymuşlardır. çünkü şiir anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanmasının sonunda, anlatılabilir bir şeyin yeniden anlamlı kılınması için gösterilen bir çabanın sonunda, yeterince anlaşılmayan bir şeyin etkili bir anlatıma kavuşturulması uğrunda harcanan çabaların sonunda ortaya çıkar.”(sayfa 18)

sanırım siz de fark etmişsinizdir alıntıları hep birkaç sayfadan yaptığımı. beni en çok etkileyen birkaç sayfa orasıydı çünkü. her bir sözün altını çize çize, tekrar tekrar okudum…

ismet özel, şiir okuma kılavuzu, şule yayınları, 2009  istanbul.

Yaşıyorum, Yorumluyorum

dua edin, isteyin, hayatınıza can verin

dua etmekHemen aklınızdan geçen o hin soruyu daha siz dillere dökmeden ben cevaplandırayım. Neden böyle bir başlık Kaan? Aslında pek bir amacım yok. Bu yazıdaki maksatı hasılım “dua etmek, istemek” hususunda bir şeyler söylemek olsa da bu tarz bir başlığın güncelliğini kullanarak dikkat çekmek istedim. Her ne kadar kinayeli bir anlam taşısa da derinlere indiğinizde bu başlığın aslında tevriyeli, yani her anlamının da gerçek olduğunu göreceksiniz. Zira gerçekten de dua etmek insan hayatına can veren bir husustur.

Öncelikle bu adam son zamanlarda niye bu kadar dini içerikli yazılar yayınlıyor, ‘yoksa irticacı mı?!’ gibi asılsız sorularla kendinizi yememenizi istiyorum. Ben sadece içimden gelerek bir şeyler yazıyorum. Hepimiz her gün bir şeyleri düşünürüz, bir şeylerden dem vurur, bir şeylere sevinir ve bir şeylerin ihtiyacını hissederiz. Ama birçoğumuz,o sessiz çoğunluk, bunları anlatmayı pek sevmez. Ben ise o sesli azınlıkta yer alıyorum ve düşündüğüm, hissettiğim birçok şeyi yazma gereği duyuyorum.

“Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”

İlk önce bu eşsiz söz ile başlamak istiyorum. Sanırım bu söz dua etmenin boş olmadığını, gerçekten bir şeylere değdiğini bize çıplak gözle gösterebiliyor.

Safça ve basitçe düşünmek gerekiyor aslında. Ve bir de ucundan kıyısından ufak birkaç kıyasla işi çözümleyebiliriz zannımca. Çok kolay.

Takriben işe başlayana kadar biz kimin himayesindeyizdir? Ailemizin. İsteklerimizi kime söyleriz? Ailemize. Onlar bu isteklerimizi karşılamakla yükümlüler mi? Evet. Neden? Çünkü bizi dünyaya onlar getirdi. Biz onların himâyesindeyiz. O halde ufak bir kıyasla şu sorulara da cevap arayalım.

Biz kâlûbelâ’dan -var oluşumuzdan- beri kimin himâyesindeyiz? Allah’ın. İsteklerimizi kime söyleriz? Allah’a. Allah bu isteklerimizi karşılamakla yükümlü müdür? Evet. Neden? Çünkü bizi O yarattı. Biz O’nun kuluyuz. Şimdi yaptığımız kıyası biraz daha genişleterek bizim umutsuzluğa düştüğümüz ya da daha açık bir ifadeyle dualarımıza karşılık bulamadığımızı düşündüğümüz noktaları izah edelim.

Ailemize isteklerimizi bildiriyoruz. Onlar tüm isteklerimizi karşılıyorlar mı? Hayır. Bazen reddedebiliyorlar, erteleyebiliyorlar. Biz aklımızın ermediği için bazı şeyleri o an kestiremiyoruz. Misal küçük bir çocukken bakkala her gittiğimizde çikolata istiyoruz ve bunun için ağlayıp, sızlıyoruz. Eğer ki annemiz her seferinde o çikolatadan alırsa bize, mazallah 20 yaşından sonra çürük dişlerle gezmek zorunda kalırız, ya da yanımızda insülün taşımak zorunda. İşte biz o yaşta isteklerimizi ailemiz karşılamıyor diye düşünürken işin aslını göremiyoruz. Bize zarar geleceğini. İşte bizi yaratan Allah da dualarımıza anında cevap veriyor. Ama bazılarını bizim iyiliğimiz için reddediyor, bazılarını iste bir süre sonraya “erteliyor”. İşte biraz da Allah’ın kendi kelamından size ispatlar:

“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler. (Bakara Suresi, 186)”

“De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?…” (Furkan Suresi, 77)

“Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez.” İmamı Rabbani

Şimdi ettiğimiz her duanın kabul olduğunda hemfikir miyiz? Peki, şimdi gelelim bizim dünyevî dualarımıza. Bu aslında Allah’tan bir şeyleri istemeden önce bize düşenler.

Sebepler dairesinde dolaşmak

Allah bizden bir şey istememizi isterken sebepler dairesinde dolaşmamızı istiyor. Aslında meseleyi Peygamber Efendimiz (sav) etrafında değerlendirmek ve onun hayatından örnek alarak çıkarımda bulunmak gerekiyor.

Biliyorsunuz peygamberlerin hepsinin mucizeleri vardır. Bunun nedenlerini sorgulamaktan ziyade bu mucizelerin ortaya çıkış şekillerine dikkat çekmek istiyorum.

Peygamber efendimiz bir keresinde susuz kalan ordularının su ihtiyacını karşılamak için parmaklarından su akıtmıştır. Ancak parmaklarından su akıtmak için parmağını az bir suya batırmıştır. İşte parmağını az biraz suya batırması sebep dairesidir. Yine peygamber efendimizin besmele çekerek başladığı yemekler bereketlenmekte, az biraz yemekle herkes doymakta ve yemek olduğu gibi kalmaktadır. İşte burada da kapta biraz da olsun yemek vardır. İşte Allah, orada bize şunu göstermektedir. Peygamberlerin mucizelerinde dahi cuz’i de olsa bir sebep aramaktadır. Sebepler hasıl olunca onlara o mucizeleri lutfetmiştir. Gelelim bizim sebeplerimize…

Sınava çalışmayan birisinin sınavdan yüksek not almak için Allah’a yakarması sizce nafile değil midir? İşte o sınava çalışmak sebepler dairesinde gezmektir ve daha sonra sonucunun müspet olması için Allah’a yakarmak doğrudur.

Biz istediğimiz şeylerin, hayallerimizin etrafında dönmeliyiz. Bir işte çalışmak istiyorsak orada çalışmak için tüm vasıflara sahip olmaya çalışmalıyız. İşte bu da bir duadır. Bizim sonuçlar için oluşturduğumuz sebeplerin hepsi birer duadır.

Nihayetinde söylemek istediklerimi çok etkili olmasa da söylemiş oldum. Dua insanların en temel ihtiyaçlarından bir tanesidir. Yer gök dua üzerine kurulmuştur. Allah’tan her şeyi, ama her şeyi isteyebiliriz. Yeter ki samimi olalım.

Bizi Allah yarattığına göre, bize ondan başkasının faydası olmadığına göre Allah’tan bir şeyleri istemek sizce yüzsüzlük müdür? Ona el açıp istediğimiz her şeyi söylemeliyiz. Zira o zaten daha gönlümüzden dilimize geçmeden, hattâ daha isteklerimi gönlümüze düşmeden bilen değil mi?

Bol bol dua edelim arkadaşlar. Bol bol sebepleri oluşturmaya çalışalım ve sonuçlar için dua edelim. Birbirimiz için dua edelim. İsmen dua edelim. Bir insanın başkasına yaptığı dua daha makbuldür. Birbirimiz için güzellikler isteyelim.

Yaşıyorum, Yorumluyorum

edebiyat mezunlarına umut ışığı

Niyetimde böyle bir yazı yazmak olmamasına rağmen son günlerde şu yazıya yazılan bazı yorumlar ve aldığım bazı e-postalara istinaden böyle bir yazıyı yazma gereği duydum. “Türkiye’de edebiyat mezunu olmak” başlıklı yazıda ben, her ne kadar yaşadıklarımı aktarıp, bu bölümü yeni kazanan  öğrencilerimize yol göstermek istesem de maalesef birçok arkadaş bana, yazıyı okuduktan sonra bir karamsarlığa kapıldığını, üzüldüğünü, hattâ okulu bırakmak istediğini farklı şekillerde beyan ettiler. Ben de işte bu yazıda aslında durumun o kadar da vahim olmadığını ve birazcık emek neticesinde hayatımızın düzene girebileceğinden bahsetmek istiyorum. İşte böylesine iddialı bir başlığı da bu yüzden atmış bulunuyorum.

Bu yazı, edebiyat bölümüne yeni başlayan genç arkadaşlara rehber niteliğindedir. Hattâ sadece edebiyat bölümü değil, üniversitelerin birçok bölümüne yeni başlayan arkadaşlara rehber niteliğindedir. Bu yazıyı okuyan arkadaşlarımın, diğer yazıda olduğu gibi yorumları ile fikirlerini belirtmelerini istiyorum. Yorumlarda gözlerinizdeki umut ışığını birkez daha görmek istediğimi söylememe gerek yok sanırım.

Daha evvel de bahsettiğim gibi ben Kırıkkale Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Okuduğum bölümü kendim tercih ettim. Kazara falan düşmedim. Yaptığım 23 tercihin tamamı “Türk Dili ve Edebiyatı” bölümüydü. Şu an bu bölümden mezun olup da işsiz olmama rağmen yaptığım tercihlerde zerre kadar pişman değilim. Zira şu an ÖSS‘ye girecek olsam ve gerekli puanı alsam yine aynı bölümü tercih ederdim. Sanırım benim mesleğimi ne kadar çok sevdiğimi tahmin etmişsinizdir.

Şimdi öncelikle edebiyat bölümünü kazanan arkadaşlar ne yapmalılar?

1. Osmanlıcayı sular seller gibi öğrenin:

Bir edebiyat bölümünün vazgeçilmezi Osmanlıcadır arkadaşlar. Osmanlıca dediğimiz şey -bilmeyene- Türkçenin bir devresidir. Bugünkü Türkçeden farkı; içinde bir miktar Arapça ve Farsça kelimelerin bulunması ile birlikte alfabenin de Arap alfabesi olmasıdır. Yani siz Osmanlıca “Kaan” ne demek diye bir soru soramazsınız. Ancak, Osmanlıca “Kaan” nasıl yazılır dersiniz ve Arap harfleri ile yazarsınız. Yani Osmanlıca bir dil değil, bir alfabedir.

İşte edebiyat bölümünün temelinde Osmanlıca yatmaktadır. Zira Eski Türk edebiyatı dersinden tutun da Yeni Türk edebiyatı dersine kadar birçok dersin temelinde Osmanlıca vardır. Osmanlıcayı sular seller gibi öğrenmeden bu işin üstesinden gelemeyeceğinize adım gibi eminim. Bakın ben gelemedim. 🙂

Osmanlıcada kalıp bulma, vezin bulma, kelime türetme bir yere kadar önemli. Esas önemli olan şey gördüğünüz metni zorluk çekmeden okuyabilmenizdir. Zira 3. sınıfa geçtiğinizde okuyacağınız metinlerin hem yazı tipi (rika, siyâkat, kûfi vs.) hem de içindeki dış unsurlar yani yabancı kelimeler yoğunlukta olacaktır. Terkipler fazla olacaktır ve okumakta zorlanacaksınızdır. Bunun için benim size önerim, 1. sınıfta çok zorlansanız da, çok vaktinizi alsa da günde en az  1 saat okuma ve yarım saat de yazma pratiği yapmanız. Bu şekilde 1 senede, hatta 1 dönemde mükemmel bir şekilde Osmanlıcanızı geliştirirsiniz.

2. Mutlaka ama mutlaka kitap okuyun:

Bir edebiyat bölümü mezunu olarak sanırım bizim en büyük eksikliğimiz kitap okumamak olsa gerek. Bunun acısını her yanımda çok fazla hissediyorum maalesef. Size önerim üniversiteyi bitirene kadar okuyabildiğiniz kadar fazla kitap okumaktır. Zira kitap okumak hem mesleğinizde size faydalı olacak hem de ufkunuzu açacaktır.

Üniversitelerde (en azından bizim üniversitede bu böyleydi) derslerin bir işleniş sırası vardır. Mesele Yeni Türk edebiyatı dersinde 1. sınıfta  Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatını işledik biz. 2. sınıfta ise Servet-i Fünûn Edebiyatını. 3. sınıfta Millî Edebiyatı ve 4. sınıfta da Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatını işledik. Yani her dönem birbirini takip etti. İşte sizin tek yapmanız gereken her sene hangi dönemi işliyorsanız o döneme ait kitapları okumak.  Tabiî bununla birlikte güncel romanları okumalı, siyaset kitaplarını okumalısınız. Benim tavsiyem siyaset içerikli kitaplardan uzak durmanız. Zira kitap okumayı romanlar sevdiriyor insana. Üniversite bitince ve işsiz kalınca zaten bol bol siyaset içerikli, sosyal içerikli kitaplar okuyacaksınız. 🙂

3. Düzenli olarak en az iki tane dergi takip edin:

Biz paşa çocuğu muyuz, biz memur çocuğuyuz dediğiniz duyar gibi oluyorum. Zira biz de 1. sınıfta hocalarımıza böyle serzenişlerde bulunuyorduk. 🙂 Size tavsiyem, hangi alanla ilgileniyorsanız o alanla ilgili en az iki dergi takip edin. Mesela dille ilgileniyorsanız “Türkbilig” ve “Belleten” sizin için bulunmaz bir nimettir. Ya da yazı yazmaktan hoşlanıyor, öyküyü, denemeyi falan seviyorsanız piyasada onlarca dergi var. Bunlardan birisini mutlaka takip edin. Benim önerim Türk Edebiyatı dergisi olabilir. Bir de öyküyü sevenlere Adam Öykü dergisi.

4. E-postaya resim ekleyecek kadar bilgisayar öğrenin:

Her ne kadar başlıkta şakacı bir cümle kullansam da maalesef ülkemizdeki gençlerin bilgisayar bilgilerini anlatmakta üstüne yok bu cümlenin. Günümüzde bilgisayarı sadece “facebook” olarak gören gençlerden olmayın lütfen. Tamam facebook’a girin, chat yapın, kız tavlayın falan ama yine de bilgisayar kullanmadaki aslî amacınız bu olmasın. Ya da sadece “iddaa” sonuçlarına bakmak için kullanmayın interneti. Word’de yazı yazacak, tablo yapacak ve çıktı alacak kadar bilgisayar bilmenizi öneririm size. İnternette sitelere üye olabilmeli, edebiyat sitelerini ve bilhassa “edebyahu.com”u takip etmenizi öneririm.

5. Hiç yoktan 3. sınıfta İngilizce öğrenmeye başlayın:

Aman, ben öğretmen olacağım, ne işime yarar İngilizce gibi bir düşünceye asla ve asla kapılmayın lütfen. Çünkü İngilizce dediğimiz şey size ömür boyu lazım olacaktır. Şöyle düşünün, siz bir edebiyat mezunu alacaksınız işe. Bir bakıyorsunuz ikisinin de notları falan aynı, başarıları aynı. Ancak birisinin İngilizce fazlası var. Elemanlarınızın İngilizce bilmesinin hiçbir işinize yaramayacağını bilseniz dahi siz hangisini tercih ederdiniz? İngilizce bileni değil mi? İşte gün geçtikçe seçici olma kriterleri artıyor maalesef. Sırf bu yüzden bile İngilizce öğrenmek gereklidir. Ancak akademik kariyer yapmayı düşünüyorsanız mutlaka ve mutlaka İngilizce öğreneceksiniz. Başka çıkış yolunuz yok. O yüzden İngilizce çalışmaya erkenden başlamanız sizin için avantaj olacaktır.

6. Okul bitse de kurtulsam diye düşünmemelisiniz:

Bu biraz keyfi bir madde olacak ama ben yine de yazayım. 2. sınıftan sonra birçok öğrenci “okul bitse de kurtulsam” diye yırtınır durur. Ancak bunu bizzat yaşayan birisi olarak, okul bittiğinde bir şeylerden kurtulduğumuzu değik daha çok o şeylerin içine girdiğimizi söylemek istiyorum size. 🙂 Hayat okul bittikten sonra başlıyor arkadaşlar. Bu yüzden siz yatın kalkın okuduğunuz için şükredin…

İnşallah eksik bir şeyler yazmamışımdır. Tüm bunları yazarken inanın tüm samimiyetim ile yazdım.

  • Belki kitap almaya paranız olmayabilir ama kütüphaneler ne güne duruyor?
  • Belki İngilizce kursuna gitmeye paranız olmayabilir ama kitaplar ne güne duruyor?
  • Belki arkadaşınız küçükken Kur’an kursuna gittiği için Osmanlıcayı kolay öğreniyor ama sizin öğrenmeniz için engel mi bu?
  • Okurken okuldaki kitapları okumak sizin başka kitapları okumanıza engel mi?

Bir şeyleri ertelemeyin arkadaşlar. Bir şeyleri yapmak için lütfen yarınları beklemeyin. En güzel gün bugündür. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur derler hep. Gerçekten de öyledir. Mutlu olmak için bir nesneye, kişiye, zamana bağlanmayın. Mutlu olmak için bir şeylere şartlanmayın. Bir dersten 100 aldığınızda, teziniz kabul edildiğinde, ücretli öğretmenlik başvurunuz kabul edildiğinde, araba aldığınızda, ev aldığınızda, evlendiğinizde vs. mutlu olacağınızı düşünmeyin lütfen. Her zaman içinde bulunduğunuz andan zevk almaya, o anda mutlu olmaya bakın. Hedeflerinizi gerçekleştirmek için en güzel zaman içinde bulunduğunuz zamandır, unutmayın.

Bir edebiyat öğretmeni .

Not: Bunu da okuyun:

Edebiyat Bölümünü Kazanan Öğrencilere Altın Öğütler

Edebiyat bölümü ile ilgili tüm sorularınızı “EDEBİYAT BÖLÜMÜ FORUMU“nda sorabilirsiniz.

Yorumluyorum

mevlânâ ve şeb-i arûs

semazen

Beni yakından tanıyanlar Mevlânâ‘ya ne kadar hayran olduğumu, onun yaşayışından çok etkilendiğimi ve hep onun gibi bir yaşantımın olmasını istediğimi bilirler. Mevlânâ’yı anlayabilmek, onun düşünce ve imân dünyasına girebilmek o kadar da kolay bir şey değildir kanımca. Zira bugün batı dünyasının ona bakışını, onu yorumlayışını göz önüne alırsak Mevlânâ’yı anlamanın sandığımızdan daha da zor olduğunu anlarız.

Öncelikle Mevlânâ’yı iki farklı bakışta ele almak mümkün bence. Birisi fikir adamı olan Mevlânâ, öteki de imân adamı olan Mevlânâ. Bu ikisini ayrı başlık altında değerlendirmek mümkün olsa da ikisinin birbirine bağlılığı şüphe götürmez sanırım. Eğer ikisini birbirinden koparırsak, bugün batı dünyasının yaşadığı Mevlânâ sorunsalını biz de yaşamış oluruz sanırım.

Mevlânâ Allah’a olan bağlılığı ve onu hayatında uygulayışı ile tam bir Müslüman insan örneğidir. Gerek kusursuz ibadetleri, gerek örnek ahlâkı gerekse de insan ilişkilerine bakışı bize bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini  gösterir. Kısa bir ömre büyük bir yaşantı sığdıran ve aradan 800 yıl geçmesine rağmen hâlâ adından bahsettiren büyük insan Mevlânâ.

Mevlânâ’nın “yaratılan” her şeye bakışını anlamak için sanırım biraz tasavvuf bilgisi gerekiyor. Yoksa sürekli tekrarladığım gibi batılıların düştüğü hataya düşeriz. Batılılar Mevlânâ’yı hümanist olarak görür, çünkü insanı insan olduğu için seviyor adamlar. Mevlânâ ise insanı Allah yarattığı için seviyor.

Tasavvufta vahdet-i vücut anlayışı vardır. Bu anlayış mutlak tek bir varlığın doğruluğuna, gerçekliğine inanır. O da Allah’tır. Yaratandır. Diğer bütün her şey yaratılmıştır. Allah’ın yansıması yani tecellisidir. İşte bundandır ki Mevlânâ, yaratılan her şeyi Allah’tan bir parça olarak görür ve her şeye karşı derin bir sevgi besler. İşte bundandır ki sema’ ayinlerinde semazenler oturdukları yeri, minder, tuttukları nesneleri öperler. Çünkü onlara göre her şey ama her şey Allah’tan bir parçadır. Onun tecellisidir.

İnsanların anlamadığı ve “dillerde sakız” yaptığı bir söz de Mevlânâ’nın şu sözüdür kanımca:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kafir, ister mecusi,
ister puta tapan ol yine gel…

Bu sözün devamına bakmadan yorumlamaya kalkan batılılar, batılı müsteşrikler bakın Mevlânâ bile bir Hıristiyan ile ya da Yahudi ile dost olunabileceğini söylemiş, herkesle güllük gülistanlık geçinilebileceğini söylemiş falan derler. Oysa sözün devamına baktığımızda:

bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…

Gel, evet gel ama nasıl gel, niye gel? Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel, burada yine tövbe et. Yüz kere adam öldürmüşsen ve bundan yüz seferinde de pişman olmuşsan gel, yine tövbe et. Gel ki kurtuluş yine tövbededir. Bizim dergâhımızda kurtulmak isteyene yer vardır, gel, ne olursan, kim olursan gel…

Bizim yaptığımız da burada laf kalabalığı aslında. İnsanlar Mevlânâ’yı kütüphane dolusu kitaplarla anlatmış bitirememiş ama biz şurada yarım sayfacık yazı ile anlatıp bitirmeyi düşünüyoruz. Affola. Ben sadece rahatsız olduğum bir iki hususu dile getirmeye çalıştım.

Gel gelelim, Şeb-i Arûs‘a. Nedir bu Şeb-i Arûs?

Mevlânâ gibi Allah dostu bir insanı sanırım ölüm gibi bir duygu korkutamaz değil mi? O bütünleştiği zaman bir olacağını, onu vahdete ulaştıracağını düşündüğü ölüm karşısında nasıl bir tavır takınır sizce? Sevinir değil mi? İşte bu sevinçten dolayı Mevlânâ’nın vefaat ettiği güne Şeb-i Arûs yani “düğün gecesi” denir.  Şeb-i Arûs’un bir diğer adı da “Leyletü’l-Arûs”tur. Şeb Farsçada; Leyl de Arapçada “gece” demektir. Arûs ise düğün, gerdek anlamına gelir.

Mevlânâ için ölüm Allah’a kavuşmaktır. Ona göre herkes ölüm için ayrılık der, o ise vuslat.

“Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm”

İşte bu mühim gün münasebetiyle her yıl Konya’da 17 Aralığı içine alan bir tarihte “Şeb-i Arûs” töreni düzenlenir. Gece ve gündüz devam eden kutlamalar (düğün diyorsak kutlama da diyebliriz kanımca)da Kur’an okumaları, Sema’ gösterileri yapılır.

İnşallah bu sene Konya’ya gitmek bize de nasip olur.