Kategorideki Yazılar

Okuyorum

Okuyorum, Yaşıyorum

sancı çekmeden doğum olmaz*

Yatağıma uzanmıştım. Odanın hafif serinliğini üzerime aldığım cankurtaran(Bir arkadaşla birlikte vermiştik bu hırkaya bu ismi. Zamanında çalıştığım bir işyerinde aniden gelen üşümelere merhem olsun diye askıda asılı dururdu. Ve üşüdükçe giyerdik onu.) sayesinde bertaraf ediyordum. Bir yandan akşam yemeğini hazmetmeye çalışırken bir yandan kitap okuyor ve bir yandan da sıcak sıcak gelecek çayı bekliyordum. Ne de olsa akşam yemeğinden sonra çay gibisi yok değil mi? Kimileri der ya: İster fakir ol, ister fukara. Her yemekten sonra yak bir cigara! Benim cigaram da çayım olsa gerek!

Daha yeni bitirdiğim kitabın etkisini üzerimden atamadan yeni bir kitaba başladım. Artık hız kesmek yok,  romanların dünyasından düşmek yok, dedim kendi kendime. Ve birini bitirdiğim an diğerinden birkaç sayfa okumadan bırakmadım.

Nietzsche Ağladığında‘yı okudum. Bitti. Ve şimdi listemdeki kitaplardan Aşk romanına başladım. Elif Şafak‘ın o dillerden düşmeyen (bestseller) romanı, Aşk.

Kendimdeki bir özelliği çok severim: İki şey arasında bağ kurmak, iki şeyi mukayese etmek. Mukayese, işi güzellik kötülük gibi nitelik bakımdan karşılaştırmaktan ziyade arasındaki benzerliği bulmaya dayanıyor bendeki anlamıyla.

Eğer okuduysanız ya da biraz internette dolaştıysanız sık sık rastlamışsınızdır Aşk romanının konusuna. Şems’i anlatıyor roman. Şems’in Mevlânâ ile buluşmasını. Ve 40 kuraldan bahsediyor. GÖNLÜ GENİŞ VE RUHU GEZGİN SUFİ MEŞREPLERİN KIRK KURALI.

On birinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir. (Aşk, sayfa: 117)

Şems’in kırk kuralından on birincisi buydu. Nietzsche ise geçirdiği krizlerin, günlerce yataktan çıkmamasının sonucu olarak eserlerini gösteriyor. Ya da Irvan Yalom öyle söyletiyor Nietzsche’ye.

Bu iki kitap arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. İki kitapta da arka arkaya, güzellik bekliyorsak zorluklara katlanmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Aslında biraz sorgulayıcı olduğumda vardığım sonuç aymazlıktan kurtulmak gibi gözükse de pek öyle değil.  Çünkü oradan bağlantı kurduğum bir şey de beni öylesine memnun ediyor ki…

Bu iki kitabın yazarı da önce kahramanlarına acı çektiriyorlar. Bir tanesinin yazarı kahramanına, acıyı çek ki sonunda güzel bir şey üret diyor. Eserlerini yazmanı çektiğin acılara bağla diyor. Diğer kitabın yazarı ise acıyı, sıkıntıyı çek ki sonunda rahata er. Sen kâmil insan olma yolundasın. Ölmeden önce öldün. Allah yolunda acıyı çek, ilmini ona aktar ve sonra Allah’a kavuş. Sonsuz mutluluğu tat diyor.

Ve bir kitabın yazarı da bize sık sık diyor ki, acı çekmesi gerekene acıyı veririm. O acıyı çeker. Ama her şeyin sonunda mükâfat vardır. Her şeyin ama her şeyin sonu mutluluktur. Mutluluğu bu dünyada da tadabilirsin, başka bir dünyada da. Ama unutma ki, onu sana vereceğim. İşte bunu söyleyen de diğer kitapların yazarı gibi sanki kendi yazdığı bir romanda kahraman olarak bizi seçmiş. Bildiniz mi?

O kitabın adı, Kur’an-ı Kerim. Yazarı mı?

Okuyorum

gözbebeğim

Adını Baba ve Piç meselesi ile duyduğum Elif Şafak‘ın Pinhan kitabına kadar daha evvel hiç kitabını okumamıştım. Sanırım Baba ve Piç kitabı ile gündemde bir süre olumsuz şekilde kalmasından dolayı bende bir önyargı oluştu ve okumadım Elif Şafak. Orhan Pamuk gibi ona da önyargı ile baktık ama şimdi düşünüyorum da sanırım biraz fazla hissiyat takılmışız. Milliyetçiliği fazlaca yapmışız. Neyse amacım burada bu konulara girmek değil aslında. Sadece Elif Şafak’a karşı benim gibi önyargısı olup da kitaplarını okumayanlar varsa çok şey kaçırdıklarını bilsinler diye söylüyorum.

Pinhan kitabının bitmesine birkaç sayfa kaldı. Hazır Elif Şafak‘tan bir kitap okumuşken diğer kitaplarına da bir göz gezdireyim dedim bugün. Aslında bana Nagehan‘ın tavsiyesi ile okumuştum Pinhan’ı. Bugün kitabın bitmeye yakın olduğunu söyleyip yeni tavsiye istedim. O da Mahrem kitabını tarif etti bana. Bir de Amin Maalouf‘un Yüzüncü Ad kitabını önerdi.

Yarın kitap alma bahanesi ile Kızılay‘a inmeyi düşündüğüm için hemen bu kitapların tanıtımına bakayım dedim ve kitapyurdu‘na girdim. Girip Mahrem‘in tanıtım yazısını okuyunca sanırım yüzümde güller açtı. Bir iki sene evvel Yeni Türk edebiyatı dersinde işlediğimiz herhangi bir dersin bir beş dakikasında hocanın anlattığı o ufak epigrafı gördüm. Aylardır bunu arıyordum aslında. Çok hoşuma gitmişti. Ve bu epigrafı burada görmenin mutluluğunu yaşıyorum şu an.  İşte o epigraf:

Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçimde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.

Âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka “gözbebeğim” diye hitap edilir.

Okuyorum

puslu kıtalar atlası – ihsan oktay anar

Puslu Kıtalar AtlasıBirkaç gündür günlüğüme bir şeyler yazamıyordum. Artık zaman bulamayışımdan mı, yoksa hımbıllığımdan mı bilemiyorum. Ancak şimdi güzel bir kitap tanıtımı ile kendimi sizlere affettireceğimi düşünüyorum.

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar’ın ilk kitabıdır. Ben bu kitabı okuyalı yaklaşık 5-6 sene oldu ancak her fırsatta ve her yerde tanıtmamın boynumun borcu olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık 250 sayfa olan bu kitabı bir gecede bitirdiğimi söylersem sanırım kitabın ne kadar güzel bir kitap olduğunu anlarsınız. Ömrümde okuduğum en iyi kitaptır diyebilirim. Bundan da hiç gocunmam hani.

Kitabın beni en çok etkileyen yönü kurgusuydu. Yazar kurguyu öylesine karıştırmış ve öylesine bilmecemsi bir şekilde vermiş ki çözebilene helâl olsun. İlk bölümde bahsettiği bir olayın nedenini kitabın sonunda söylemiş ya da kitabın sonunda olan bir şeyin nedenini bilmem kaçıncı sayfada vermiş falan… Bu yönü ile tam bir postmodernist kitap diyebilirim. Kurgu güzelliğinin yanında yazarın üslûbu beni etkileyen önemli şeylerden. Felsefeci olmasına rağmen edebiyatı hücre çeperlerine kadar hisseden birisi olmalı yazar.

Yazar, Ege Üniversitesinde, Felsefe bölümünde öğretim üyesi. Ancak kendisinden ne bir haber alan var ne de bir e-posta. O kadar e-posta attım ancak cevap vermedi… Belki kitaplarındaki gizemin, etkileyiciliğin kendisini ortaya çıkarınca söneceğini düşünüyordur ne dersiniz? Farklı bir insan. Bir röportajında çok ehl-i keyif birisiyim dediğini gördüm. Canım ister bugün roman yazarım, yarın canım isterse gider deniz kenarında keman çalarım demiş. Gerçekten de tam benim tarzım. Canının istediği şeyi yapmak… Devamını Oku

Okuyorum

suskunlar – ihsan oktay anar

suskunlar ihsan oktay anarModern dünyaların masal anlatıcısı olan Anar’dan yeni bir roman daha… Suskunlar… Kimliğini bulmuş üslûbu, özenle seçtiği kelimeleri, Osmanlıca konusunda o dönemin bir münevveri kadar bilgi sahibi olduğunu hissettirmesi, roman başında bizi girdabına çektiği kurgusunu romanın sonuna kadar hissettirmesi, her şeyiyle ama her şeyiyle bir İhsan Oktay Anar romanı… Yine İletişim Yayınları‘ndan çıkan roman, bir çırpında okunacak türden bir roman.

Romanın adının neden Suskunlar olduğunu öğrenmek isterseniz kitabı sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim. O zaman anlayabilirsiniz adının neden Suskunlar olduğunu… Mevlevî dervişlerinin, şeyhlerinin öldükten sonra gömüldükleri mezarlığa “Hâmûşhâne” ya da “Hâmûşân” deniyor. Yani “Suskunlar Evi”.

Roman klasik bir Anar kitabı diyebileceğimiz şekilde kurgulanmıştır. Yine olayların birbirine girmiş kurgusu ile romancı bize, kitabı sonuna kadar pür dikkat bir şekilde okumamızı ve okurken ara ara duraksayarak, kitapta yaşanan olayları bir düzene sokmamızı tavsiye eder. Devamını Oku

Okuyorum

çavdar tarlasında çocuklar-jerome david salinger

çavdar tarlasında çocuklar Orijinal adı The Catcher in The Rye olan roman ilk kez 1967’de Gönülçelen adı ile Türkçeye çevrilmiştir. Daha sonra sonra ise Yapı Kredi Yayınları tarafında Çavdar Tarlasında Çocuklar adı ile çevrilmiştir.

Kitap Holden adında birçocuğun okuduğu liseden atılmasını öğrenesi ile başlar. Holden atıldıktan 2-3 gün sonra yani çarşamba günü ailesinin yanına gidecektir. Fakat Holden bu süreden önce okuldan ayrılır ve farklı maceralara atılır.

Birçok arkadaşı ile buluşur, birçok yer gezer… Aslında kitabın olay kurgusu oldukça basittir. Fakat buna rağmen Salinger’in dili kitabın okunması için en güzel nedendir.

Samimi dili, senli benli konuşması, cümlelerin sonunu yutarak “falan, filan” gibi söylemlerde bulunması romanın samimi bir havada geçmesini sağlamıştır. Devamını Oku