Kategorideki Yazılar

Yaşıyorum

Yaşıyorum

Teslim olmak özgürlüktür

İnsanın hayatının farklı dönemlerinde farklı huylar edindiğini duymuştum ama henüz tecrübe etmediğim için bunun üzerine çok da kafa yormadım ve söyleyecek hiçbir sözüm de yoktu. Ne zaman ki kendimde yeni yeni huylar keşfettim o zaman aynada kendime bakıp “neden, niçin, ne zaman, ne derece” sorularını sormaya başladım ve sorularıma kendimce cevaplar aradım. Kimi zaman aramaktan yoruldum, soluklandım, dinlendim ve aramaya devam ettim kimi zaman da umutsuzluğa kapıldım ve bir adım öteye gidecek dermanı bulamadım kendimde.

Herkesin hayatında bir ya da birkaç dönüm noktası vardır. Benim hayatımın dönüm noktalarından biri de Eylül’dür. Eylül’ü kucağıma aldığımda diyemeyeceğim, tılsımlı bir şekilde. Eylül’le birlikte büyüdüğüm zaman diyebilirim belki. Onu görmeye, tanımaya, onunla vakit geçirmeye başladığım zamanlar. Belki de Eylül üzerinden kendimi tanımaya başladığım zaman.

Hayatımın 33 senesi birikim yaparak geçti: okul, iş, eş, çocuk, ev, araba vb. Birçok şey biriktirdim kendimce. Birçok şeye sahip olduğumu hissettim. Hayatımdaki birçok şeyi kontrol edebileceğimi, birçok şeyin ben isteyince gerçekleşeceğini, ben istemeden hayatımda hiçbir şeyin olmayacağını düşündüm. Ne diyordu görklü şair:

“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat
her şeyi gördüm içim rahat” *

Annem, hayatta tadabileceği en candan ve büyük sevginin annelik sevgisi olduğunu sıklıkla  “çocuğunuz olunca anlarsınız” mottosu ile dile getirir hem de bize yoğun bir şekilde hissettirirdi. O ufak bedeni, narin ama çetin dünyası ile 5 erkek çocuğa kol kanat gerdi. Yıllarca annemin bu fedakarlıklarına bir anlam veremedim. Bu durumu biraz abarttığını, anneliği fazla derin yaşadığını düşündüm. Ta ki çocuğum olana kadar.

Her şey zıttıyla kaimdir. Kainat, varlık, yaratılış, insan, aşk, sağlık… Aklınıza ne gelirse. Sahip olma duygusu ise kaybetme korkusu ile. Bunu en çok Eylül üzerinden fark ettim. Onun bir yerinin incinmesi, canının yanması, kalbinin kırılması beni derinden etkiledi. Bunun üzerine çok düşündüm. Allah dedim, insana öyle bir sevgi veriyor ki, bu dünyada tadacağın birçok sevgiden daha büyük bir sevgi. Ama onunla birlikte onu kaybetme korkusunu da senin içine ekiyor. Gelin bunun tefsirini yapın.

Hüzünlendiğim, ürktüğüm, korktuğum birçok konuda birçok açıdan çözüm yolu arıyorum ama bulamıyorum. Söz gelimi uçaktan korkan birisiyim. Uçaktan korktuğum için ulaşmak istediğim yere kara yolu ile gitmeyi tercih ediyorum. Ancak kara yolunda da onlarca kaza oluyor. E deniz deseniz hükmedemediğiniz bir canavar gibi duruyor orada. O zaman ne yapacaksınız? Ya yolculuktan vazgeçeceksiniz ya da teslim olacaksınız. 

Teslim olmak özgürlüktür.

21. yüzyıl insanının en çok dile getirdiği, üzerine çokça tartıştığı ama hiçbir zaman sonuca ulaşamadığı, sosyal medya ile farkındalığının ve gerçekliğinin arttığı “özgürlük” kavramı. Bununla ilgili çokça şey yazılabilir. Sayfalar dolusu çıkarımda bulunulabilir. Ancak ben kendi hayatımdan hareketle gördüm ki, korkularımın önüne geçmek istiyorsam teslim olmak zorundayım.

“Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır ” **

Ben çözümü teslim olmaya çalışmakla buldum. Mücadele, evet. Azim, evet. Hırs, evet. Çalışkanlık, evet. Sonrası? Teslim olalım ve görelim.

* İsmet Özel

* * Sezai Karakoç

Yaşıyorum

Yaş Otuz Üç, Yolun Neresi?

Yaş otuz üç

Hayatın akış hızını fark etmeme konusunda birçoğunuzun hatta belki de hepinizin benim gibi düşündüğünün farkındayım. Kendimize referans olarak geçmişte yaşadığımız bir günü, bir ânı, bir olayı; gördüğümüz bir kareyi, bir çocuğun saçlarını, boyunu, aklınıza ne gelirse, herhangi bir şeyi alıp bulunduğunuz an ile  karşılaştırdığınızda zamanın su gibi akıp geçtiğini bir kez daha fark ediyorsunuz. Bazen yaşamın akışı içinde bu hızı fark edip yavaşlatmaya çabalayabiliyorken bazen de çaresizce elinizden kayıp giden bu zamana hayıflanıyorsunuz. Süreç ve sonuç ne olursa olsun içinizde buruk bir hüzün ve tatlı bir özlemden başka bir şey kalmıyor maalesef. Hemen hepimizin geçmişe, yaşantımıza, yaşadıklarımıza, geride bıraktıklarımıza yönelik tutumu bu ise acaba hepimiz, bir yerde hata mı yapıyoruz yoksa olması gerektiği gibi mi yaşıyoruz diye kendime sormadan edemiyorum. Sanırım kendimden aldığım cevaplar ruh halime, dinlediğim şarkılara, cebimdeki paraya, o günkü iş yüküme, hatta erken kalkıp kalkmamama göre bile değişebiliyor.  Tüm bu değişkenlikler içinde birlikte son 10-15 yılımızın bir muhasebesini yapalım istiyorum. Biraz acımasız, biraz hüzünlü, biraz gururlu, biraz özlem dolu bir muhasebe olsun. Devamını Oku

Yaşıyorum

Elde Var Hayat

Yazı yazmaya uzun süre ara verdikten sonra ellerimin, zihnimin ve kalbimin pas tuttuğunu fark etmem benim için gerçekten acı vericiydi. Bir süredir bloguma yeni yazı yazmaya çalışıyor ancak ne yazacağıma, nasıl yazacağıma, yazıya nasıl başlayıp yazıyı ne gibi bir sonla bitireceğime,  yazının başlığını tam olarak ne yapacağıma karar veremiyordum. Günlerce bilgisayar başına oturup bu soru(n)lar arasında kendimle kavga ederken bir yandan da içimden gelen yazı yazma isteği beni yeyip bitiriyordu. Bu akşam artık kendimle olan savaşıma bir son vermek istedim ve bilgisayarın başına oturup hayatımla ilgili ne söylemek istiyorsam onu yazmaya başladım. Devamını Oku

Okuyorum, Yaşıyorum

Mustafa Kutlu #Nur

Mustafa Kutlu Nur Kitabı

Mustafa Kutlu Nur Kitabı

Mustafa Kutlu okumayalı epey zaman olmuştu. Öyle ki ben hâlâ yayımlanan son kitabının “Nur” olduğunu düşünürken onun üzerine bir başka kitabı “Vatan Yahut İnternet” yayımlanıvermiş. Hoş “Vatan Yahut İnternet” gazete yazılarının seçkisinden oluştuğu için hikâye değil deneme kategorisine giriyor. Bu sebeple bir kenara koyabiliriz.

Mustafa Kutlu okumalarına birkaç sene evvel Türkiye Yazarlar Birliği’ndeki “Yazar Okulu” seminerleri esnasında merak salarak başlamış ve bitmeyen bir tez çalışması ile bu okumalarımı kâh bireysel kâh akademik boyuta getirmiştim. Devamını Oku

Yaşıyorum

Okumalarım neticesinde

Kerahet vakti yazdığım yazıların etkisinin hem okuyucu açısından hem de benim açımdan uzun soluklu gittiği yadsınamaz bir gerçek. Bu sebeple sanki kerahet vaktinde insanı yazı yazmaya iten ruh halinin diri olduğunu düşünüyorum. Belki de sabah namazının ardından, havanın da hafif esmesiyle birlikte zihin bir arınma yaşıyor ve yeni güne başlıyor olabilir.

Yüksek lisans konusunda sürekli bir şeyler karaladığımı bilmeyen yoktur. Benim hayatımda her daim konuştuğum “tez”, “yüksek lisans” gibi kavramlar vazgeçilmezlerim arasına girdi.

Gerek benim tembelliğim, gerekse de kaderimin bana cilvesi mi diyelim bilmiyorum ama uzadıkça uzadı. Tabii “her şerde hayır, her hayırda şer vardır.” düsturundan hareket edersem bana bu tez meselesinin kattıkları yok değil.

Öncelikle hayatı tanıyan, “herkes”leşmeyen, varoluşunun farkında olan bir yazarın külliyatını okumak, o yazarı yakından tanımak şerefine nail oldum. İnsanın kendine yabancılaşmasını, insanî yaşam alanının yitimini, ne kentli olabilen ne de köylü kalabilen insanın ıstırabını o naif üslûbuyla, umudunu hiç kaybettirmemecesine anlatan bir yazar: Mustafa Kutlu.

Bu cümlelerimi tezin önsözüne ya da giriş bölümüne saklamalıyım sanırım. Ben sadece tezle ilgili yaptığım okumaların hayatımı ne denli etkilediğinden bahsetmek istedim.

Kendi “yaratılış süreci”nin farkında olan tek varlık var ki o da “insan”dır. Yapacakları konusunda iradi davranabilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilen tek varlık “insan”dır. Bu sorumluluk duygusu “yaşayıp gitmek” ile “yaşamak” arasında yapacağımız seçimi etkileyecek farkındalık düzeyi yaratmaktadır.

Modernitenin her alandaki yansımasının, teknolojinin, sanayinin, paranın, giyimin, yeme-içmenin, televizyonun tutsağında olan ve kendisine dayatılanı hiçbir sorgu-sual gerektirmeksizin hayatına uyumlayan insan, kendisine sadece “bir defa” verilen bu an’ın farkında olmadan “yaşayıp giden” insandır.

Dünyaya geliş amacını bilen, modernitenin kendine dayattıklarını bir dizi sorgu-sual akabinde kabul eden ya da reddeden, “insanı yitim alanı” karşısında diri bir duruş sergileyen, “yaşadığı anın” kendisine sadece bir defa verildiğini tüm benliğinde hisseden ve bu an’ın acı da olsa tadını çıkaran, “yaşayan” insan.

“Yaşayıp giden” insan olmanın dayanılmaz hafifliği, buna rağmen “yaşayan” insan olmanın insanı sık sık yaralayan yönleri yok değil. Buna rağmen “herkes”leşmemek için direnmek gerek.

Son olarak:

“İnsan hayatta olduğu için evler yapar, ama ölümlü olduğunu bildiği için kitaplar yazar.” D. Pennac