Kategorideki Yazılar

Yaşıyorum

Yaşıyorum

vaveyla

“her sağlıklı ve dolaysız bildirişim şiirin doğmasını gerektiren pürüzleri ortadan kaldırır. şiir bize düzyazının vermediğini sağlar dediğimiz zaman, kullandığımız dilin asıl insanca bildiriyi ulaştırmakta yetersiz kaldığını itiraf etmiş oluyoruz.”(şiir okuma kılavuzu,vsayfa 18)

“insan kendi insanlığını tartışmak istediği zaman, insanların birbiriyle olan bağlantılarını tartışma alanına sokmak istediği zaman, kendini çevreleyen nesnelerle olan bağlantısının vehametini kavradığı zaman şiir canlılık kazanır. bireyin hayatında da, toplumların hayatında da şiir “critique” dönemlerin sanatıdır.” (şiir okuma kılavuzu, sayfa 21)

yukarıdaki satırları anlamak o kadar güç olmasa gerek. okumaktan az çok anlayan, hayatında “cin ali” dışında birkaç kitap okumuş kişiler bu cümlelerden az ya da çok bir şeyler anlayacaktır. ancak hakkıyla anlamak, hissetmek için bu cümleleri bizzat yaşamak gerekiyor.

şiir,  iletişimsizlik anında ortaya çıkar. insanlar birbirleriyle rahatlıkla iletişim kurabildiklerinde, dertlerini en net biçimde ifade ettiklerinde şiir dediğimiz şey ortaya çıkmaz. şiir, insanın kendini ifade edemediği zamanlarda başvurduğu bir “şey”dir. bir kendini ifade etme aracıdır, biçimidir, şiir. söylemek istediklerinizi kimsenin anlayamayacağını düşündüğünüzde başvurduğunuz bir şeydir. bir karalamadır belki. içinizden sövmek geldiğinde sövebildiğiniz; övmek geldiğinde övebildiğiniz bir şeydir. bazen bir isyanın resmidir, bir çığlığın satırlarıdır şiir. bazen hırsınızın görünen yüzüdür, bazen de suskunluğunuzun şahidi. bir şekilde anlatamadığınız ne varsa, şiir odur işte.

insan her şeyden kuşkuya düştüğünde, varlığını sorguladığında, her şeyden tiksinmeye başladığında, insanların birbiriyle olan münasebetlerinden endişelendiğinde, kendisi ile etrafındakiler arasında bir husumet olduğunda şiire sığınır.

ismet özel’in yorumlarından yola çıkarak -hattâ bizzat onu yorumlayarak- kendimce şiir hakkında bir şeyler söyledim. aslında söylemek istediğim şiirin “ne”liği hususu değildi belki. ama bir öykünün ya da bir romanın ne olduğunu böylelikle izah edebilecek kadar kitap okumadım. tek bildiğim şiirse ben de şiirin tanımıyla anlatırım duygularımı.

bazen çaresiz kalabiliyor insan. bir şeyler söylemek istiyor, ama susturuyorlar, dinlemiyorlar. bir şeylere değinmek istiyor ama değindiği şeyi orada bulamıyor. bir şeylerden bahsetmek istiyor ama bu bir şeylerin neler olduğunu bilemiyor. hepsinden de öte bir şeylerden bahsetse bile muhatapları anlamıyor bu “bir şeyler” neler. dinlemek ve anlamak istemiyorlar. zaten dinlemek ve anlamak isteseler iletişim problemi olmayacak.

karşıdakini yargılamak ne kadar kolay. karşındaki hakkında hüküm vermek. karşındakinin düşüncesini dinlemeden- zerre kadar değer vermeden- karara varmak. ne kadar kolay tek doğruyu kendi bildiği sanmak. çok kolay, çok.

bazen susmayı tercih eder insan. bırakın öyle zamanlarda, sussun. sizlere anlatacağı bir şeyi olmadığından değil, susmak istediği için susmuştur. anlatma isteği duymamıştır. canı istemiyordur.

insan sustuğunda da birçok şeyi söyler. yargılamayın onu. aldırmıyor, bilmiyor, istemiyor, görmüyor, duymuyor, dokunmuyor, hissetmiyor, sevmiyor vs. vs. vs. bildiğiniz ne kadar olumsuzluk varsa yüklemeyin ona. belki sizden daha fazla şey biliyordur, ama konuşmak istemiyordur. susmayı tercih ediyordur…

Yaşıyorum, Yorumluyorum

ismet özel ve özel ben

ismet özel

Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında
Aşklarım inançlarım işgal altındalar
tabutumun üstünde zar atıyorlar
cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır
Kanla Kirlenmiş Evrak

son günlerde biraz zoraki de olsa ismet özel okumaya başladım. okumaya başlamak zoraki olsa da okumayı idame ettirmek tamamen gönüllülük işi. zira beni benden alan, düşündüren satırlar arasında kaybolduğumu hissettim.

farklı bir karakterimin olduğunu her seferinde söyledim. her ne kadar her insan farklı bir karakter olsa da ben kendimi gerçek anlamda herkesten çok “farklı” hissediyorum. olaylara bakışım, olayları yorumlayışım, olayların bende bıraktığı etkiler tanıdığım birçok insandan çok farklıdır. yer yer buna ben şair ve yazar duyarlılığı diyorum ama ne kadar şairim ya da ne kadar yazarım orası meçhul.

yüksek lisansta “son dönem türk şiiri” dersinde her birimize bir şair düşmüştü. şairlerin şiirlerini inceleyecek, kendimizi şiirlerin içinde eritecek, kendimizce o şairin şiirlerini anlamlandıracak ve bir sunum yapacaktık. bana da ibrahim tenekeci düşmüştü, daha evvel söylediğim gibi. ibrahim tüzer hocam, tenekeci’nin yazarlık yanının da olması sebebiyle onun şiirlerini bana verdi. benim incelememi istedi. benimle bir şeyler  yazma hususunda bir ortak noktamızın olduğunu hissetti kanımca.

tenekeci’nin şiirlerine başlamadan evvel “şiir”in ne olduğuyla ilgili kafamda o kadar çok soru vardı ki… birçok arkadaşım, kendisine edebiyatçı olduğumu söylediğimde “aaa ne güzel, ben de şiir yazarım.” gibi bir tepki verse de ve ben onların yazdığı şiir(!)leri sıkıla sıkıla okusam da henüz ben de tam olarak bilmiyordum şiirin ne olduğunu. öyle ki yüksek lisans derslerinde şiirin ne olduğu üzerine hocalar “o şiir nedir onu bile bilmez” derken içten içten korkardım, kaan “sence şiir nedir?” gibi bir soru soracaklar diye.

ismet özel, okuyana kadar şiirin ne olduğu hakkında pek fikrim yoktu. ama ismet özel okuyunca da şiir şudur ya da budur diye tam bir tanım yapamayacağımı öğrenmiş oldum çok şükür. çünkü şiirin belli bir tanımı yoktu. ancak şiir şunlar ya da bunlar olabilirdi. ya da şiir şunları ya da bunları konu alır, şunlardan ya da bunlardan bahsederdi.

aşağıda ismet özel’in “şiir okuma kılavuzu“* isimli kitabından yaptığım birkaç alıntıyı sizlerle paylaşacağım. ama öncesinde neden “ismet özel ve özel ben” gibi bir başlık kullandığımı söylemek istiyorum. “özel ben” gibi bir ifade ile ukalalık ya da enaniyet yapasım yok. ama gerçekten kendimi “ismet özel” okudukça özel hissediyorum. sanki onun gibi ben de hayatı farkında olarak yaşıyorum. sanki ben de onun gibi bana sunulan hayatın tekliğini biliyorum ve yaşayabileceğim kadar farkında olarak yaşıyorum hayatı.

“insanoğlu, yaşama güdüleri ile yaşama biçimi arasındaki uyumu kendisi kurmak zorundadır. insan için sınırlarını aşamayacağı bir yaşama biçimi yoktur, ama sınırları aşmak da aşmamak da insanın kendi elindedir.” (sayfa 17)

“işte, insanın daha en temel ihtiyaçlarını gidermek için bile kendi maddi yapısının dışında yer alan bir bilgiye başvurmak zorunda bulunuşu; hem kendisinden hem de hemcinslerinden dolayı yüklendiği sorumluluklarından kaçamayışı düzeyinde şiirden söz açmamız mümkündür. … kelimeler insanın iç dünyasındaki tınıların başlatıcısıdır.”(sayfa 18)

“her sağlıklı ve dolaysız bildirişim şiirin doğmasını gerektiren pürüzleri ortadan kaldırır. şiir bize düzyazının vermediğini sağlar dediğimiz zaman, kullandığımız dilin asıl insanca bildiriyi ulaştırmakta yetersiz kaldığını itiraf etmiş oluyoruz.”(sayfa 18)

“ne zaman insan karanlık bir yerde sayıklamaya itilmiş, insan ilişkileri karışık, karıştırıcı, bozucu niteliklere bürünmüş, insanın bir başka insana söyleyeceği söz anlamını kaybetmiş, insan davranışları yapaylık, içtensizlik yüklü hale gelmişse, insanlar şiir okumak, şiirle uğraşmak, şiirden öğrenmek gereğini duymuşlardır. çünkü şiir anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanmasının sonunda, anlatılabilir bir şeyin yeniden anlamlı kılınması için gösterilen bir çabanın sonunda, yeterince anlaşılmayan bir şeyin etkili bir anlatıma kavuşturulması uğrunda harcanan çabaların sonunda ortaya çıkar.”(sayfa 18)

sanırım siz de fark etmişsinizdir alıntıları hep birkaç sayfadan yaptığımı. beni en çok etkileyen birkaç sayfa orasıydı çünkü. her bir sözün altını çize çize, tekrar tekrar okudum…

ismet özel, şiir okuma kılavuzu, şule yayınları, 2009  istanbul.

Yaşıyorum

şiir, edebiyat ve ben

aslında pek de merak edilesi bir son zamanlarımın olduğunu zannetmiyorum. yazacağım şeyleri birkaç kişi dışında kimsenin okuyacağını da düşünmüyorum. zira yazacağım şeyler sizlere sıkıcı gelebilir. bence çabuk sıkılan birisi iseniz hemen çıkın sayfadan. aksi taktirde olacaklardan ben mesul değilim.

önceki yazımdan bir tanesinde yüksek lisans derslerine ayak uydurmaya çalıştığımı söylemiştim. evet, uydurdum sayılır. benim pek hoşlanmadığım teorik kitapları okumaya başladım. eskiden bu kitaplar sıkıcı gelse de şimdi zevk alıyorum. biraz daha dikkatli (roman, şiir) okumamı sağlıyor. okuduğum metinleri daha da anlamlandırmamı sağlıyor.

bazen diyorum kendi kendime, neden edebiyatçı oldun? edebiyatta ne bulmak istedin ve ne buldun? sıradan bir bankacı, kamu yönetimici(!), idareci, iktisatçı ya da işletmeci olamaz mıydım? paranın gözüne vurup, altıma on beş – yirmi milyarlık bir araba çekip, internette ekonomi sitelerini takip edip, takım elbiseler giyip başarılarımdan söz edemez  miydim? eğer ki marifet öss‘den iyi bir puan almaksa, yurdumun birçok iktisadi ve idari bilimler fakültesine girecek kadar almıştım. ben ne yaptım, yirmi üç tercihimin hepsi edebiyat bölümüydü. beni çeken bir şeyler olmalıydı bu bölümde. sanırım şimdi bunu anlıyorum yavaş yavaş.

ismet özel okuyorum bu sıralar. “şiir okuma kılavuzu“nu. tenekeci‘nin şiirlerini okumadan önce işe yarar demiştim. şiiri nasıl okur, nasıl yorumlarım diye düşünüp açtım ilk sayfaları. ama kitap şiir okuma kılavuzundan ziyade bir poetika gibi. yani şiirin ne olduğuyla ilgileniyor. özel’in cümlelerini okurken kendi düşüncelerimin dile getirildiğini düşünüyorum. özel için şiir ne ise benim için de edebiyat birazcık o aslında. belki de beni bu bölüme doğru iten şiir. ben, kendimi tanımak istiyorum. kendimin farkına varmak. hayatın anlamını bilmek, hayatı daha nasıl anlamlı hale getirebileceğimizi düşünmek. insanlarla duygular üzerinden konuşmak, kendime bakarak insanı ve dünyayı tanımak istiyorum. sanırım ismet özel de bundan farklı şeyler söylememiş:

“şiir insan yaşamındaki bütünlük duygusunun dağıldığı, parça ve bütün kavramlarının birbirine karıştığı, insanın bir ezgisi, bütüne olan özlemi biçiminde ortaya çıkar. yokluğunu hissettiğimiz şey içimizde bulunması gereken “zımnî” bütünlük, bütüne ait olma duygusudur. zaten sevmemizin, acımamızın, öfkelenmemizin, böbürlenmemizin, zavallılaşmamızın, tanrılaşmamızın bu bütünle, bu bütünü anlamak isteyişimiz veya anlamak istemeyişimizle bir ilgisi vardır. şiirin “theme”i ne olursa olsun, şiir gerçek derinliği, yüceliğini, değerini insandaki bu “hasret giderme” duygusunda bulur. ” (şiir okuma kılavuzu, syf: 19)

“içinde yaşadığımız dünya vakur bir insan için şiiri kaçınılmaz kılan, kılması gereken bir dünyadır. çünkü bu dünya bütün toplumsal kurumlarına, devlet biçimlerine, sigorta esaslarına, titiz ve ayrıntılı örgütlenmesine, insanın hayatını birbirine çirkince bağımlı kılmasına rağmen insanı yapayalnız bırakan bir dünyadır.” (şiir okuma kılavuzu, syf: 22)

Okuyorum, Yaşıyorum

sancı çekmeden doğum olmaz*

Yatağıma uzanmıştım. Odanın hafif serinliğini üzerime aldığım cankurtaran(Bir arkadaşla birlikte vermiştik bu hırkaya bu ismi. Zamanında çalıştığım bir işyerinde aniden gelen üşümelere merhem olsun diye askıda asılı dururdu. Ve üşüdükçe giyerdik onu.) sayesinde bertaraf ediyordum. Bir yandan akşam yemeğini hazmetmeye çalışırken bir yandan kitap okuyor ve bir yandan da sıcak sıcak gelecek çayı bekliyordum. Ne de olsa akşam yemeğinden sonra çay gibisi yok değil mi? Kimileri der ya: İster fakir ol, ister fukara. Her yemekten sonra yak bir cigara! Benim cigaram da çayım olsa gerek!

Daha yeni bitirdiğim kitabın etkisini üzerimden atamadan yeni bir kitaba başladım. Artık hız kesmek yok,  romanların dünyasından düşmek yok, dedim kendi kendime. Ve birini bitirdiğim an diğerinden birkaç sayfa okumadan bırakmadım.

Nietzsche Ağladığında‘yı okudum. Bitti. Ve şimdi listemdeki kitaplardan Aşk romanına başladım. Elif Şafak‘ın o dillerden düşmeyen (bestseller) romanı, Aşk.

Kendimdeki bir özelliği çok severim: İki şey arasında bağ kurmak, iki şeyi mukayese etmek. Mukayese, işi güzellik kötülük gibi nitelik bakımdan karşılaştırmaktan ziyade arasındaki benzerliği bulmaya dayanıyor bendeki anlamıyla.

Eğer okuduysanız ya da biraz internette dolaştıysanız sık sık rastlamışsınızdır Aşk romanının konusuna. Şems’i anlatıyor roman. Şems’in Mevlânâ ile buluşmasını. Ve 40 kuraldan bahsediyor. GÖNLÜ GENİŞ VE RUHU GEZGİN SUFİ MEŞREPLERİN KIRK KURALI.

On birinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir. (Aşk, sayfa: 117)

Şems’in kırk kuralından on birincisi buydu. Nietzsche ise geçirdiği krizlerin, günlerce yataktan çıkmamasının sonucu olarak eserlerini gösteriyor. Ya da Irvan Yalom öyle söyletiyor Nietzsche’ye.

Bu iki kitap arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. İki kitapta da arka arkaya, güzellik bekliyorsak zorluklara katlanmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Aslında biraz sorgulayıcı olduğumda vardığım sonuç aymazlıktan kurtulmak gibi gözükse de pek öyle değil.  Çünkü oradan bağlantı kurduğum bir şey de beni öylesine memnun ediyor ki…

Bu iki kitabın yazarı da önce kahramanlarına acı çektiriyorlar. Bir tanesinin yazarı kahramanına, acıyı çek ki sonunda güzel bir şey üret diyor. Eserlerini yazmanı çektiğin acılara bağla diyor. Diğer kitabın yazarı ise acıyı, sıkıntıyı çek ki sonunda rahata er. Sen kâmil insan olma yolundasın. Ölmeden önce öldün. Allah yolunda acıyı çek, ilmini ona aktar ve sonra Allah’a kavuş. Sonsuz mutluluğu tat diyor.

Ve bir kitabın yazarı da bize sık sık diyor ki, acı çekmesi gerekene acıyı veririm. O acıyı çeker. Ama her şeyin sonunda mükâfat vardır. Her şeyin ama her şeyin sonu mutluluktur. Mutluluğu bu dünyada da tadabilirsin, başka bir dünyada da. Ama unutma ki, onu sana vereceğim. İşte bunu söyleyen de diğer kitapların yazarı gibi sanki kendi yazdığı bir romanda kahraman olarak bizi seçmiş. Bildiniz mi?

O kitabın adı, Kur’an-ı Kerim. Yazarı mı?

Yaşıyorum

nietzsche: mutluluk için iman edin

Son zamanlarda bendeki bu yazma isteğini anlamakta biraz güçlük çekiyorum. Nicedir sürekli güzel şeyler yazmak, yeni şeyler üretmek için içimde bir güç olmasını istiyordum. Gün içinde karşılaştığım herhangi bir şeyden bir çıkarım yapıp, bunu akşam bilgisayar başına oturunca günlüğüme dökeyim istiyordum. Öyle de oldu!

Bugün otobüste Ankara’ya gelirken yolculuk esnasında en sevdiğim işlerden birisini yapıyordum: Kitap okumak. Çok seviyorum yolculuk yaparken kitap okumayı. Yatağıma uzanıp, okuduğum zamankinden daha hızlı okuyorum ve daha iyi anlıyorum sanırım.

Şu sıralar Irvın Yalom‘un “Nietzsche Ağladığında” kitabını okuyorum. Aslında kitabın yarısını çoktan geçmiş olmama rağmen henüz bana tavsiye edildiği kadar değerli bulamadım kitabı. Ama Nietzsche‘yi öğrenmek adına epey yol kat ediyorsunuz. Hattâ ve hattâ kitapta geçen konuşmalarda kendinize pay biçtiğiniz de oluyor. Bence okuyun derim. Henüz kitabı bitirmediğim için daha fazla yorum yapamayacağım. Burada sadece Nietzsche’nin söylediği birkaç şeyi aktarmak istiyorum:

“… insanların tarzlarını iki temel bölüme ayırdığımı belirtmiştim: Ruhunda sükûnete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidir, ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan feragat edip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadırlar. “ (Nietzsche Ağladığında, 223)

Tam da varoluşçu felsefeyi özümsemiş birinin ağzından çıkacak en anlamlı sözler. Hayatın anlamını aramayı, varlığı sorgulamayı kendine felsefe edinmiş birisi Nietzsche. İşte bu paragrafında da eğer hakikati, varlığının hakikatini arayacaksan eğer rahatlığından, iç huzurundan feragat etmelisin. Çünkü sürekli sorgulama halindesin. Sürekli her şeye bir başkaldırı halindesin. Tabuları yıkmalısın. Ve her şeyden önce bize iç huzuru veren Tanrı’yı öldürmelisin.

Diğer bir yönden de sahih bir imanın, inanmanın insanı mutluluğa götüreceğini söylüyor Nietzsche. Buradan ufak bir çıkarımda bulunuyorum ben. İnsanların eğer filozof olmayacaksa inanmasını salık veriyor. Tanrı’yı yaşatmalarını ve ona inanmalarını sürdürmelerini istiyor. Çünkü Nietzsche kendisini ve kendisi gibi olanları bir üstinsan olarak görüyor. Bizim gibileri ise “insan”.

İman edenler daima mutluluğu tadacaklardır. İllâ ki elinde tüm imkânlarının olmasına gerek yok. Zenginliğe, sağlığa, mutluluğa vs. hiçbir şeye  gerek yok. En zor anımızda bile Allah’ın bizimle olduğundan şüphemiz yok. Çünkü İslâm’da iyi ya da kötü her şey Allah’tan geliyor. Bazen iyinin arkasında kötü olabiliyor ve bazen de kötünün arkasından iyi gelebiliyor. Bunu hiçbirimiz çıplak gözle göremiyoruz. Tıpkı şu yazımda bahsettiğim gibi.

Bunlara ek olarak sadece şunu diyebilirim. Gerçekten inanan en zor durumda olsa dahi Allah’ı düşünüp rahatlayabiliyor. Çünkü:

“Yüce Allah, evvela, koymuş olduğu kanun ve sebeplere sarılıp onlara tâbi olmamızı istiyor. Anca sebeplere sarılıp da bir neticeye varamadığımızda “O Kayyûm’dur: Yaratmış olduğu kâinat, her an idare ve tasarrufundadır.” beyanıyla bize şunu hatırlatıyor: Bu mülkün yönetimi O’nun elindedir. Kapalı gördüğümüz kapıları O sizin için dilediği an açar; mümkün olmadığını gördüğünüz şeyi sizin için mümkün hale getirebilir. Sebeplerin tamamen düştüğü, sustuğu yerde “Artık her şey bitmiştir.” gibi, bir ümitsizliğe kapılmayınız. Rabbinize sığınınız, zira O, dilediğini yapmaya gücü yetendir.” (Bir Müslüman’ın Yol Haritası, 73)

görsel *