Lise yıllarında arkadaşlar arasında bir moda vardı. Herkes eline aldığı bir ajandayı arkadaşına götürür yazdığı sorulara cevap vermesini isterdi. Biraz saçma sorular olurdu bunlarda. Mesela benim çok iyi hatırladığım bir soru: “Duygusal mısınız, gerçekçi mi?”. O zaman daha duygusallığın ya da gerçekçiliğin ne olduğunu bile tam olarak bilemediğimiz yıllardı. Kimliklerimiz yeni yeni oturuyordu zaten. Hatta deftere yazı yazarken başlardık, “bana kalbin kadar beyaz sayfayı…” O zaman hiç de saçma gelmezdi bunlar değil mi? Kimbilir belki birçoğunuzun lise yıllarına ait birkaç ajandası bile vardır. Özellikle de kızların… Konuyu yine dağıtmakta üzerime yok değil mi? Şuraya gelmek istiyorum. Genellikle bu defterlerde saçma ama bir o kadar da anlamlı bir soru daha olur: “Şu an kendinizi bir kelime ile ifade etmek isteseniz bu hangi kelime olurdu ?”…
Bu soruya cevap verebilmek için şöyle durup kendinize bir bakmanız gerekiyor. Neyim ben, kimim, neyi yaşıyorum, nasıl yaşıyorum, ne olmak istiyorum, ne yolunda gidiyorum gibi bir sürü soru silsilesinden geçmeniz gerekiyor ki sahih sonuca ulaşabilesiniz. Şimdi düşünüyorum da böyle bir soruya şu an cevap vermek pek zor olmasa gerek. Sanırım böyle bir soruya “kördüğüm gibi” diye bir cevap verebilirdim.
Bir iki hafta evvel şurada duyduğum bu kelime zihnime öylesine yer etmiş ki, attığım adımda, baktığım her yerde bu sözcüğü düşünüyorum. Onunla yatıp onunla kalkıyorum adeta. Nedir kördüğüm gibi olmak…
İnsan hayatı modellenirken belli bir rutinlik üzerine modellenmemiştir. Onlarca, belki de yüzlerce hayatı yaşama şeklimiz vardır. Belki de dünyadaki insan sayısı kadar hayatı yaşama şekli, duygu çeşidi vardır. Herkes belki aynı şeylere sevinebilir ancak bu sevinci yaşama oranı farklıdır. Ya da herkesin babası ölebilir, ancak onu hissetme oranı farklıdır. Ya da hissediş, duyuş şekli. Şimdi size en sevdiğiniz kişinin öldüğünü düşünün desem -Allah korusun- ve ardından hissettiklerinizi sorsam size bana neler söyleyebilirsiniz? On kişiye ve hatta yüz kişiye sorsam hepsinden farklı bir cevap alabilirim değil mi ? Demek ki yaşamı algılayış şeklimiz farklıdır hepimizin.
İşte ben de yaşadıklarını en derinden yaşayan birisiyim. Üzüntülerini de, sevinçlerini de en derinden yaşayan birisiyim. Belki bundan dolayı kayıplarım bir yıkım niteliğinde, kazançlarım da bir piyango niteliğinde. Belki ondan dolayı kaybettiğimde çok derinden üzülüyor, sevindiğimde ise çok içten seviniyorum. Bunu henüz ben de çözümlemiş değilim. Hep diyorum ya, ben de kendimi çözemedim henüz. Acaba diyorum bazen, kimlik bunalımı mı yaşıyorum ben, yoksa şurada dediğim gibi “büyüyor muyum?”.
Aslında böyle olmamayı istiyorum diyebilirim. Üzüntüler karşısında metanetli olabilmeyi, sevinçler karşısında ise olağan karşılamayı istiyorum. Hani bir hikaye vardır ya:
Çocuğun biri çok mutsuzdur. Hiçbir şeyden tat alamaz. Karşılaştığı en ufak sıkıntı, acı onu hüzünlendirir. O da bir bilgenin yanına gider. Derdini bilgeye bir bir anlatır. Bilge de çocuktan bir bardak su ve bir avuç tuz getirmesini ister. Çocuk suyu ve tuzu getirdiğinde, avucundaki tuzu bardağa boşaltmasını ister. Sonra da o bardaktaki suyu içmesini söyler. Çocuk suyu içtiği gibi geri tükürür. Bilge suyun tadını sorar çocuğa. Çocuk, su acı, tadı falan yok der. Sonra birlikte bir göle giderler. Bilge, çocuğa, bir avuç tuzu göle dökmesini söyler. Çocuk tuzu göle döker. Sonra bilge, gölden su içmesini söyler, çocuk da gölden su içer. Şimdi suyun tadı nasıl der bilge. Çocuk, ferahlatıcı, güzel der. İşte bilge bilgeliğini o anda konuşturur. Hayatın bizim için verdikleri karşısında gönlümüzü bir bardak su sanarsak hayat bize çekilmez, acı, ıstırab dolu gelir. Ancak bir bardak su değil de koca bir göl olursa gönlümüz, o acıdan, ıstırabdan bize ne değer?
Üzülecek bir şeyler ile karşılaştığımda bu hikayeyi düşünürüm hep. Neden hayatın bize sundukları karşısında gönlümüzü bir bardak su gibi görürüz ki? Belki tuzun dökülmesini engelleyemeyiz ama bardaktaki ya da göldeki su olmak bizim elimizde değil mi?
Kaderin iki türlü olduğuna inananlardanım. Birisi kendi yazabildiğimiz, kendimizin şekillendirdiği bir kader diğeri de Yaratıcımızın bizim için yazdığı bir kader. İkincisini siz de taktir edersiniz ki biz belirlemiyoruz. Yaratıcımız belirliyor ve biz ona tüm samimiyetimiz ile inanıyor ve yaşıyoruz. Nerede, hangi ailenin çocuğu olacağımız, kiminle evleneceğimiz ya da nerede öleceğimiz gibi bizim irademiz dışında gelişen olaylar Yaratıcının taktirindedir. Ancak geleceğimizi şekillendirmek ise bizim ellerimizde. Doktor olmayı ya da bir yazar olmayı biz seçmişizdir. Nerede, kiminle gezeceğimizi biz seçmişizdir. İşte bu sebeple yaşadığımızdan fazla gam, kasevet duymamak gerekir.
gençlik geldi geçti bir günlük süstü,
nefsim doyamamaktan dünyaya küstü…
Merhaba, yazılarımı beğendiysen Instagram hesabımı takip ederek daha güncel paylaşımlarıma bakabilirsin. Kendinden bir şeyler bulacağına eminim.
3 Yorumlar
İnsan olarak kendimizi çözebilseydik sanırım yaratılıştan bu yana yapılan en büyük keşif olurdu bu. Hem genel anlamda hem de özel anlamda söylüyorum bunu. İnsanı çözmek ya da kendimizi çözmek anlamında kısacası. O nedenle ben öleceğimiz son ana kadar bazı konularda kendimizle çelişeceğimizi düşünenlerdenim.
Üzüntü ve sevinçlere verilen tepkiler takdir edersiniz ki karakterle alakalı bir mevzudur. Zamanla değişeceğini pek sanmıyorum. Kimisi o kadar itidal sahibidir ki gözlerimize inanamayız da “soğuk”, “duygusuz” damgası vururuz. Halbuki bu o insanın verdiği tepkidir. Aynen sizin verdiğiniz uç tepkiler gibi.
Kadere zaten sizin inandığınız gibi inanmazsak kader inancımızda bir yanlışlık var demektir 🙂 Cüz-i irade hepimizde mevcut, genel hatlarda olacaklar bilinse de her zaman son karar insanın elindedir.
çok etkileyici bir yazı bende artık gönlümü bir bardak su değilde koca bir göl olarak düşünmeye çalışcam artık üzülmek istemiyorum bende vurdum duymaz olmak istiyorum ya 😥
Aslında vurdumduymazlık değil de biraz teslimiyetçi olmak gerekiyor. Yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine samimi bir şekilde inanırsak bizim önümüzde rahatlamak için hiçbir engel kalmıyor. O zaman peygamber sabrına erişiriz ancak.