Kerahet vakti yazdığım yazıların etkisinin hem okuyucu açısından hem de benim açımdan uzun soluklu gittiği yadsınamaz bir gerçek. Bu sebeple sanki kerahet vaktinde insanı yazı yazmaya iten ruh halinin diri olduğunu düşünüyorum. Belki de sabah namazının ardından, havanın da hafif esmesiyle birlikte zihin bir arınma yaşıyor ve yeni güne başlıyor olabilir.
Yüksek lisans konusunda sürekli bir şeyler karaladığımı bilmeyen yoktur. Benim hayatımda her daim konuştuğum “tez”, “yüksek lisans” gibi kavramlar vazgeçilmezlerim arasına girdi.
Gerek benim tembelliğim, gerekse de kaderimin bana cilvesi mi diyelim bilmiyorum ama uzadıkça uzadı. Tabii “her şerde hayır, her hayırda şer vardır.” düsturundan hareket edersem bana bu tez meselesinin kattıkları yok değil.
Öncelikle hayatı tanıyan, “herkes”leşmeyen, varoluşunun farkında olan bir yazarın külliyatını okumak, o yazarı yakından tanımak şerefine nail oldum. İnsanın kendine yabancılaşmasını, insanî yaşam alanının yitimini, ne kentli olabilen ne de köylü kalabilen insanın ıstırabını o naif üslûbuyla, umudunu hiç kaybettirmemecesine anlatan bir yazar: Mustafa Kutlu.
Bu cümlelerimi tezin önsözüne ya da giriş bölümüne saklamalıyım sanırım. Ben sadece tezle ilgili yaptığım okumaların hayatımı ne denli etkilediğinden bahsetmek istedim.
Kendi “yaratılış süreci”nin farkında olan tek varlık var ki o da “insan”dır. Yapacakları konusunda iradi davranabilen ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilen tek varlık “insan”dır. Bu sorumluluk duygusu “yaşayıp gitmek” ile “yaşamak” arasında yapacağımız seçimi etkileyecek farkındalık düzeyi yaratmaktadır.
Modernitenin her alandaki yansımasının, teknolojinin, sanayinin, paranın, giyimin, yeme-içmenin, televizyonun tutsağında olan ve kendisine dayatılanı hiçbir sorgu-sual gerektirmeksizin hayatına uyumlayan insan, kendisine sadece “bir defa” verilen bu an’ın farkında olmadan “yaşayıp giden” insandır.
Dünyaya geliş amacını bilen, modernitenin kendine dayattıklarını bir dizi sorgu-sual akabinde kabul eden ya da reddeden, “insanı yitim alanı” karşısında diri bir duruş sergileyen, “yaşadığı anın” kendisine sadece bir defa verildiğini tüm benliğinde hisseden ve bu an’ın acı da olsa tadını çıkaran, “yaşayan” insan.
“Yaşayıp giden” insan olmanın dayanılmaz hafifliği, buna rağmen “yaşayan” insan olmanın insanı sık sık yaralayan yönleri yok değil. Buna rağmen “herkes”leşmemek için direnmek gerek.
Son olarak:
“İnsan hayatta olduğu için evler yapar, ama ölümlü olduğunu bildiği için kitaplar yazar.” D. Pennac