Yaşıyorum

İnsanı anlamak

Kendimle ya da etrafımla bir münakaşa yaşadığım zaman genelde İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu’ndaki birkaç satırı aklıma gelir. Orada şiirin iletişimsizlikten ortaya çıktığını söyler. İnsanın insanlarla iletişim kuramadığı zamanda iletişim kurduğu şeyi şiir olarak tasvir eder. Gerçekten de bu böyledir.

İnsan bazen üzüldüğünde, insanların kendisini anlamadığını düşündüğünde sığınacak bir delik, kaçacak bir yer arar. Kimileri bunu dile getirir, getirme yeteneği vardır, kimilerinde ise bu yetenek yoktur ve bunu yastık altında unutur. İşte şair ve yazarlar bunu dile getirenlerdir.

Bir şair ya da yazar, belki genel manada da sanatçı rahatsızlık duyduğu şeyi sanatıyla dile getiren kişidir. Ve dikkatli okuyucu da bu rahatsızlığı hissedendir.

Az evvel Sabahattin Ali’nin hayatını okurken aklıma geldi bu yazı. Aslında bir romancı ve öykücü olarak tanıdığımız Sabahattin Ali’ nin onlarca güzel şiiri var. Bunlar ünlü şarkıcılar tarafından da bestelenmiş. Dilerseniz bir göz atın derim. Belki onun rahatsızlığına ortak olursunuz…

Okuyorum

Varoluşçu Psikoterapi – Irvin Yalom

Son zamanlarda kendimi tezime vereyim dedim. Vereyim dedim ama KPSS’nin iptal olmasıyla birlikte sanırım tam anlamıyla tezimle yine ilgilenemeyeceğim. Nitekim mahçup olup olup duruyorum bu durumda. Lakin KPSS’de yüzüp yüzüp kuyruğuna geldikten sonra kolay kolay vazgeçecek değilim.

Bir yandan tezimle ilgili okumalar yapar dururum diyorum. Bu sıralar kuduğum kitap Irvin Yalom‘un “Varoluşçu Psikoterapi” kitabı.

Genelde psikoloji/felsefe kitapları benim gözümü korkutsa da hacimli kitapların dilinin daha anlaşılır olduğunu düşünmüşümdür. Nitekim bu kitabın da dili epey anlaşılır. En azından diğer teori kitapları gibi ölüp ölüp diriltmiyor.

Makumunuz tezim 1920’lerde doğan ve 1940’larda yazmaya başlayan bir şairin biyografi ve şiirlerinin incelenmesi. Hal böyle olunca bana şiir incelemeyle ilgili teori kitapları ve varoluşçuluk, psikanalitik kitapları okumak düşüyor.

Bu dönem şairlerine baktığınızda genelde bir “hayatın anlamı” kaygısı taşıyorlar. Bir “var olma” kaygısı taşıyorlar. Bknz: Şiddetle İsmet Özel.Hal böyle olunca da bu dönem şairlerini incelerken onları varoluşsal açıdan incelemek ve psikanalitik açıdan incelemek kaçınılmaz oluyor. İşte bu yüzdendir ki bu güzel kitabı okumaktayım.

Kitap dört ana tema üzerinde duruyor. Eğer var olmayı seçmişseniz, eğer hayat üzerine düşünüyorsanız acı çekeceksinizdir. Çünkü gerçekleri ancak bu şekilde anlarsınız. Ve bunun da göstergesi bu dört temadır. Mesela ölümdür, özgürlüktür, yalıtım ve anlamsızlıktır. Eğer bu dördü üzerine ciddi anlamda düşünüyorsanız siz de varoluşsal bir sancı çekiyor, ontolojik bir kaygı yaşıyorsunuzdur.

Varoluşçuların öncülerinden olan Heiddegger‘in dediği gibi, otantik olmayı yani “varolmayı düşünme”yi seçiyorsanız bu yola girmişsiniz demektir. Ya da otantik olmamayı, yani “yaşayıp gitme”yi seçiyorsanız bu problemler sizi ilgilendirmeyecektir. Vasat bir hayat süreceksinizdir.

Kitapta klinik deneyler üzerine, olaylar üzerine dayalı bir terapi öyküleri mevcut. Henüz epey okumadığım için içeriği hakkında çok da fazla bilgi veremeyeceğim. Yalnız Kabalcı yayınlarından çıkan bu kitap 760 sayfa. Gözünüzü korkutmasın, kitabın ebatı küçük. 🙂

Okuyorum

Duyulmayan Anlam Çığlığı*

“insan kendi insanlığını tartışmak istediği zaman, insanların birbiriyle olan bağlantılarını tartışma alanına sokmak istediği zaman, kendini çevreleyen nesnelerle olan bağlantısının vehametini kavradığı zaman şiir canlılık kazanır. bireyin hayatında da, toplumların hayatında da şiir “critique” dönemlerin sanatıdır.” (ismet özel, şiir okuma kılavuzu, sayfa 21)

Bir önceki yazımda da tezimle ilgili okumalara –özellikle psikoloji içerikli– başlayacağımı söylemiştim. Eh fena da düşünmemişim. Zira bunun için seçtiğim ilk kitap son zamanlarda üzerinde sıkça düşündüğüm konulardan birisini de kapsıyor: hayatın anlamı!

Kitap seçimi konusunda bu kadar isabetli davranacağımı pek düşünmemiştim. Zira hem hacim olarak ufak bir kitap seçmişim, hem de içerik olarak bir hayli yoğun bir kitap. Hacim olarak ufak bir kitap seçmemin en önemli avantajı beni kitap okumaya yeniden adapte edecek olması.

Hepimiz sık sık yaşadığımız hayatı sorgularız. Nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi, neden var olduğumuzu gibi. Üstelik yaşamın anlamsızlığından yakınmak anlam arayışı içerisinde olduğumuzu gösterir. Mesele aslında bu arayışa uygun cevaplar bulabilmekten ziyade bunu sorguluyor olmaktır. Çünkü bence bir şeyleri sorgulamaya başladığımızda ona dair farkındalığımız artacak ve onu aşma yolunda önemli adımlar kat edeceğiz demektir.

Victor E. Frankl ‘ın “Duyulmayan Anlam Çığlığı*” isimli kitabı.

Kitabın henüz başlarında anlamını bilmediğim terimlerle sık sık karşılaşsam dahi yılmadan okumaya devam ettim. Zira “anlam” kelimesi beni içine çekmeye yetiyordu.

Kitap genel olarak, psikolojik sorunları olanlara ya da psikolojik sorunlarını farklı şekillerde dışavuran (madde bağımlılığı gibi) kişilere logoterapi yoluyla yani “anlama dayalı terapi” yoluyla tedavi sürecini işliyor. Kitabı bir tedavi sürecine tanık olmaktan ziyade “anlam arayışı”nın insanı ne kadar düşündürdüğünü ele alarak okursak sanırım kendimizi tanıma, anlama adına daha faydalı şeyler yapmış olacağız.

Kitapta, sık sık başkalarının yaptığı araştırmalardan da örnekler veren Frankl insanın hayatındaki en büyük boşluğun anlam arayışından kaynaklandığını gözler önüne seriyor. Mesela intihar girişiminde bulunan bir grup üniversite öğrencisinin % 65’inin intiharının nedeni olarak “yaşamın anlamsız gözükmesi”ni söylemesi ve bu öğrencilerin hemen hemen hepsinin aktif bir sosyal yaşantısının olması insanın gözüne çarpıcı geliyor. Bu da gösteriyor ki insanın zengin olması ya da aktif bir yaşantısının olması onun hayatının son derece anlamlı olduğunu göstermez. Hattâ “duyulmayan anlam çığlığı”nın tam da bu olduğunu düşünmek gerekiyor. Hayatını gayet huzurlu, mutlu idame ettirecek her türlü imkâna sahipken bir anlam arayışı içerisinde olman, etrafınca duyulmamana neden olacaktır.

Çocukluğumu ve şimdiki yaşayışımı karşı karşıya koyduğumda bu ikisini ayıran çizgiye “bilgisayar”ı koyarım diye düşünüyorum. Zira etrafımda gördüğüm her türlü değişimin temelinde bilgisayar duruyor. Kitaptan hareketle söyleyecek olursam 10 kişinin yapacağı işi 1 tane bilgisayarın yapması demek 9 kişininin boşa çıkması demektir. Bu 9 kişi boşa çıktığında hayatını sorgulamaya başlayacaktır. Hayatının anlamının ne olduğunu düşünmeye başlayacaktır. Bu da demek oluyor ki, geleneksel toplumlarda, insan gücüne dayalı yaşam şartlarının olduğu toplumlarda anlam arayışı pek önde gelmiyor.

Çağımız eşyaya hükmetme çağı. Yaptığımız onlarca teknolojik aletle, icatlarla, yazılımlarla eşyaya hükmedebiliyoruz. Eşya üzerinde tam olarak hakimiyet sağlayabiliyoruz. Ancak acaba kendimize hükmedebiliyor muyuz ? İnsan eşyaya hükmettikçe, kendi üzerindeki hakimiyetini kaybediyor; kendini kaybediyor.

Yaşadığımız toplumda her türlü ihtiyacımızı karşılayabiliyoruz. Doktora gittiğimizde hastalığımız geçiyor, restauranta gittiğimizde karnımız doyuyor, yatağa girdiğimizde de cinsel ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Peki anlam ihtiyacını giderebildiğimiz bir yer var mı ?
Şöyle gözlerimi kapatıp ideallerimi, hayallerimi düşünüyorum. Her hayalimin belirli zaman diliminde tek tek gerçekleştiğini düşünüyorum. Ve sona kadar ulaşıyorum. Peki elde kalan ne? Sadece bu hedeflere ulaştığımda duyduğum mutluluk kalıyor elimde. Ama sonrası ? Sanırım yazarın da dediği gibi, mutluluğa engel olan şey “mutluluk arayışı”nın kendisidir.

“Kişi, yaşamın anlamını veya değerini sorguladığı an, hastadır.” diyor Sigmund Freud. Karşı çıkmamak elde değil galiba. Çünkü insanın varlığının en belirgin özelliğidir anlam arayışı. Var oldum diyebilmesi, varlığının farkına varabilmesi için hayatı sorgulaması gerekir. “Anlam arayışı insan olmanın ayırtedici bir özelliğidir.” diyor Frankl. Hattâ bu uğurda acı çekmeyi, özveride bulunmayı gerekirse de hayatını feda etmeyi çekinmeden göze alır.

Merak edip de kitabı okumak isteyen olursa Öteki Yayınları’ndan çıkan kitabın son basım yılı 2007. Ankara’da oturup da Birleşik Kitabevi’ni bilmeyen yoktur. Gidip oradan cüzi bir fiyata temin edebilirsiniz.

Yaşıyorum

seviyorum.

Hayatı anlamlı kılan şeyler olduğunda, ya da hayatı anlamlı kılmak istediğinde birçok şeyi sevdiğini fark ediyorsun. Bu bir cisim, soyut bir şey ya da bir insan olabilir. Hiç fark etmeyecektir. Bir şeyleri seviyorsan, sevgiye, sevgine giden yollar açık demektir.

Son zamanlarda hayatımda kötü giden bir şeylere artık dur demenin gerektiğini biliyordum. Hayatımdaki ufak ya da büyük gelişmeler bu yönde sanki ortak bir karar almış ve uygulamaya koyulmuştu. Öyle ya da böyle bir şeylere güzel diyebiliyorken, her şeye güzel diyesi geliyor insanın.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimine baktığımızda sanırım ben bahar mevsimini seviyorum. Nedense tüm mevsim içime doğmuş gibi hissediyorum, içimdeki tüm polenleri salıyorum ve sanki o papatyalar, güller, laleler ve bilumum çiçekler içimde patlak veriyor. İçimde bir yerlere salıyor kokularını. Rengârenkliği, çok renkliliği, çok sesliliği, kalabalığı sevdiğimi hissediyorum. Sanırım insan, içinde yalnız olmamayı öğrendiği zaman kalabalıkta da yalnız hissetmiyor kendini.

Hayat, biz anlamlandırabildiğimiz derece anlam kazanır diyorum ben sık sık. Ve bu görüşümü hiçbir zaman değiştireceğimi düşünmüyorum. Mesela, gözlerinizi kapatın ve düşünün:

O kadar güzel bir işte çalışıyorsunuz ki, hiçbir şekilde maddi probleminiz yok. Eviniz çok güzel, arabanız çok güzel. Mutlu olduğunuzu düşünüyorsunuz. İstediğiniz her şeyi alabileceğinizi düşünüyorsunuz. Her şey kusursuz bir güzelliğe sahip. Peki ya ne oluyor? Bu kusursuz güzellik sanırım bir tekdüzeliği beraberinde getirmez mi? Bu da insana bir bıkkınlık vermez mi? Bunları gözlerinizi kapatıp da düşündüğünüzü biliyorum. İçinizde ister istemez gereksiz bir mutluluk hissettiniz değil mi? O gereksiz mutluluk sizin içinize sıkıntı verdi.

İşte yukarıda da dediğim gibi; insan, hayatı, içinde bulunduğu durumdan bağımsız değerlendiriyor. İçinde bulunduğu durum ne kadar güzel olursa olsun ya da ne kadar kötü olursa olsun düşünceleri ile, hayalleri ile hayatına bir yön verebiliyor.

Netice itibariyle, hayatımızı güzel kılan, yaşayışımızı içselleştirebilmemizdir. Bazı şeylere ömrümüz boyunca ulaşamayabiliriz. Hiçbir zaman bir şeyleri elde edemeyebiliriz. Kesinlikle elde edemeyeceğimiz şeyler için uğraşmayı bırakmalıyız. Bu hayallerimizin daha gerçekçi, yaşayışımızın daha güzel, ölçülü olmasını sağlayacaktır.

Son olarak Kaan oğlan der ki; bir şeyler hayatınızda güzel gidiyorsa, önünüze çıkan birçok kötü şeyi de güzelleştirirsiniz. Bardağın dolu tarafından bakarsınız. Eğer ki bir şeyler kötü gidiyorsa, iyi giden şeylerin de açığını arar, kötü tarafına bakmaya çalışırsınız.

Yaşıyorum

Müzik kültürüm ve dinlediklerim hakkında

Aslında bu yazıma ilham kaynağı olan şey şu an müzik çalarda çalan Orhan Gencebay oldu. Şöyle bir düşündüm de; ne garip bir müzik kültürüm var.  Bir de acaba gerçekten bir müzik kültürüm var mı ve bu müzik kültürüm postmodernist bir tavır mı sergiliyor, yoksa dinlediğim müzikler de hayatımdaki birçok şeyde olduğu gibi rastgelelikten mi kaynaklanıyor. Ben yazımı yine müzik kültürümün olduğunu düşünerek yazıyorum. Rica edeceğim siz de böyle düşünün lütfen.

Şimdi boş yere kafanızı bulandırmak için size birçok müzik kültüründen falan bahsetmek istemiyorum. Hepimiz az ya da çok  Türkiye’deki müzik türlerini ve yurtdışındaki müzik türlerini biliyoruz. Yurtdışında müzik türlerinin insanlar arasında nasıl tasniflendiğini bilmiyorum ama bizim kültürümüzde genelde yaşa bağlı olarak tasnifleniyor.

Mesela “arabesk” müzik diye nitelendirdiğimiz damar müzikler. Her ne kadar kültürel mânâda genel kabul görmemiş bir müzik türü olarak bilinse de hepimiz lise çağımızda platonik aşkların da falan etkisiyle mutlaka dinlemişizdir. Hele bir de gelişim dönemimizdeki temel kavramlarla bağdaştıracak olursak; işte kişisel efsaneler diye bir kavram var eğitimde. Nedir efendim; ergenliğe giren çocuğun, yaşadıklarının hiç kimsenin başına gelmeyeceğini, kendinin çok fazla sorumluluk yüklendiğini, her olayın altından kalkabileceğini falan düşünmesidir. E bunların hepsi birleşince ister istemez ortaya bir arabesk, damar tavır çıkıyor ve bu tür müziklerin ruhumuza işlemesiyle birlikte uçuşa geçiyoruz. Five, for gibisinden.

Ben de ergenlik döneminde az çok böyleydim. Aradan geçen yıllarda genelde yabancı müziklere meyletmemiş birisi olarak , efendim yaş gelmiş 30’a yaklaşmış, ben de ister istemez arabesk müziğe döneyim dedim. Şimdi Orhan Gencebay dinlemek -ki ne kadar arabesk tartışılır- benim için vazgeçilmez bir zevk. Acı falan hissetmiyorum aslında. Herhangi bir keer belirtisi de yok. Sadece zevk alıyorum onu dinlerken. Bir de onun şarkılarının bir kısmını Cemal Safi’nin şiirlerinden derlediğini düşünürsek Allah derim.

Bunun dışında yukarıda değindiğim gibi, yabancı müzik dinlememek. Dinliyorum ara sıra. Ama öyle her müziği değil. Gerçekten beğendiğim müzikleri dinliyorum. Netice itibariyle pek zevk aldığım söylenemez.

Gelelim siyasî müziklere. Her ne kadar arkadaşlarım Ahmet Kaya dinleme gel Ali Kınık dinle deseler de Ahmet Kaya’nın yerini tutamaz zannımca. Bu konu sürekli tereddüt ettiğim bir konu. Sanat acaba başka şeyleri önüne geçebilir mi buralarda? Kaya’nın birçok şarkısında Türklere giydirdiği apaçık. Adamın PKK lehinde propaganda yaptığı da aşikâr. Ama adam dinlettiriyor kendini. Allah vergisi bir sesi, bir yorum yeteneği var ki sormayın. CD’sini almam. Korsanını dinlerim aga.

Onur Akın‘ı çok seviyorum. Çok güzel sesi var. Yorum yeteneği de kezâ. “Seviyorum Seni” ya da “Gay Bana Geceler” şarkıları çok güzel. Kendisi de iyi birisi zaten, şükür.

Candan Erçetin dinlerim mesela. Gerçekten güzel söylüyor kadın. Çok tatlı bir ses tonu var.

Pop müzik dinlemeyi pek sevmiyorum. Zaten popüler kültüre genel anlamda karşı duran birisi olarak yeni çıkan şarkıları pek takip etmiyorum. Hoşuma gitmiyor nedense.

Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği her zaman için favorimdir. Belki halk müziğini her ruh halinde dinleyemem. Zira oldukça üzücü müzikler oluyor. Kaldı ki her türkünün bir hikâyesinin olduğunu düşünürsek…

Geldik sürekli dinlediğim müzik türüne: Türk Sanat Müziği. Alıp götürüyor beni. Kibarlığından, nahifliğinden mi bilmiyorum ama beni mest ediyor. Zeki Müren tabii başı çekiyor. Onun şarkılarının hepsinin hem sözleri -ki özellikle sözleri- hem de müziği harika. Oturup dinlediğinizde adam akıllı bir şeylerden bahsettiğini anlıyorsunuz.

Birçok şarkıcıyı gördük, birçok şarkıcıyı tanıdık. Kalın sağlıcakla.